Sarı sıcak bir sonbahar…
Yazar: Banu BozdemirVincent Van Gogh üzerine çok fazla film çekildi, söz söylendi. Son film At Eternity’s Gate / Sonsuzluğun Kapısında ressamın son günlerini, hayatının huzur ve huzursuzlukla geçen, sanki resim yapmaktan başka bir şey bilmiyormuşçasına tuvale ve boyalarına abanan zamanlarını anlatıyor. Hollanda doğumlu ressam sıcağın, sarı rengin, adaletin ve biraz da masumiyetin peşindeydi. Willem Dafoe ilerleyen yaşına rağmen otuzlarının ortasındaki Van Gogh’a o kadar güzel eşlik etmiş ki, o yüz kıvrımlarını, o yaşlılık ifadelerini yaşanmışlık olarak algıladım ve sindirdim içime.
Tabii karşımızda neredeyse deliliğin sınırlarına gelmiş dayanmış, iyi yürekli, doğayı resmeden ama insanlar tarafından basit ve anlamsız bulunan resimler yapan bir adam olunca izini sürmek de ilginç ve güzel oluyor. Hele de bu adam Van Gogh’sa.. Kardeşi Theo’yla da bir filmi yapılmıştı, kardeşi ona maddi açıdan en büyük destek. Geliyor, gidiyor elinden geldiğince yanında olmaya çalışıyor, sonrasında bayrağı birazcık o da ressam olan Gauguin’e devrediyor. İki ressam iyi anlaşıyor gibi görünse de Gauguin biraz popülerleşmek ve şehre gitmek istiyor. Burada popülerleşmeye, kabul görmeye, dışlanıp aşağılanmaya dair bir gönderme de bulunuyor yönetmen Julian Schnabel. Miral filmimin yarattığı beğenisizliği bu filmle aşacak gibi yönetmen. Van Gogh üzerine ne yapılsa beğenilir, tutar gibime geliyor zaten. Hayatının, hayatta kalma ve tutunma noktalarının öyle cezbedici bir tarafı var.
Arles kasabasında doğanın sıcaklığını, sarısını keşfeden Van Gogh, doğanın, sonsuzluğun, boşluğun içinde bir yandan ruhunu boşaltırken bir yandan da boşluğunu iyice arttırıyor, onu hayalle gerçeğin birbirine karışmış dünyasında çatışırken ve kendisini o dünyadan çıkarmaya çalışırken görüyoruz. Doğayı algılayış biçimi ona boyut katmak, onu sanki tuvalinde yeniden canlandırmak şeklinde oluşuyor. Hatta Gauguin kendisini tablolarının heykel gibi katmanlı olduğu yönünde eleştiriyor ama aldırış etmeden çizgi halindeki tuşlar şeklinde çizmeye devam ediyor. Çünkü o konuya değil onu nasıl sanatsal sunduğuna inanıyor. O da her sanat yaratıcısı gibi zamanında, yaşarken önemsenmiyor, hatta aşağılanıp dışlanıyor ama sonrasında tarzıyla ve dengesiyle şöhreti yakalıyor. Ama sanki o bunu tahmin edermiş gibi. Rahiple olan konuşmasında İsa’dan örnek veriyor, İsa’nın değerinin sonradan anlaşılmasından, kitleleri sonradan peşinden sürüklediğinden. Ama rahip ayrıldıklarında elindeki Van Gogh tablosunu ters çevirmekten geri durmuyor.
Fazlaca biyografik öğeler taşıyan filmde yönetmen ressamın gözünden net olmayan bazı görüntüler de sunuyor bize. Alt tarafın flu olduğu ve ressamın ruh halini gayet iyi yansıtan görüntüler. Tabii bir yandan resme dair büyük bir tutku ve takıntı taşıyor, ömrünün son yıllarında 200’den fazla tablo yapıyor, aklına gelen her şeyi resmediyor. Bu biraz da mesleğinin ve tutkusunun deformesine neden oluyor. Ama buna rağmen hayattayken bir tek tablosu satılıyor, üzüm bağları o da…
Filmin genel anlamda sarı renkten, doğanın içinde varoluşu aramaktan, kabalalıklar içinde yalnız kalmaktan ve farklı, biraz deli olduğunun farkında olmaktan mı nedir hüzünlü bir havası var. Kendi halinde bir adamın, kendini kaybetme noktasına geçişini daha çok dışarıdan birilerinin onu kızdırması olarak görsek de sanırım orası biraz muamma. Kulağını kesmesi, kendisini bıçaklaması başa çıkamadığı sorunları içinden atmanın yolu gibi görünüyor ve o genç yaşta kendince buna kesin bir çözüm koyuyor. Geriye heyecanla, hızlıca, katmanlı bir şekilde çizilmiş tabloların duygusu ve hayranlığı kalıyor… Vincent Van Gogh’a dair iyi söylenmiş bir söz At Eternity’s Gate…
twitter.com/banubozdemir