Her dergi ve gazetenin puanlama sistemi farklı olduğu için, Beyazperde, puanları 0.5 - 5 yıldız üzerinden, kendi barometresine göre vermiştir.
Basın Eleştirisi
Evrensel
Yazar: Şenay Aydemir
Yönetmen Schnabel, bugüne kadar pek görmediğimiz bir işe daha kalkışıyor. Kameranın Van Gogh’un gözüyle birleştiği kimi anlarda, özellikle de arayış zamanlarında, ekranın yarısını flu görüyoruz. Perdenin üst tarafında netlik söz konusuyla alt tarafı biraz bulanıklaşıyor. İlk başlarda seyir alışkanlıklarımızı bozan, rahatsız edici bir tercihmiş gibi gelse de film ilerledikçe ve karakterin dünyasını anlamaya başladıkça bu durumun tam da Van Gogh’un gözüyle bir türlü netleşemeyen ‘tek’ dünyanın ya da kafasında birbirinden ayrılan ‘iki’ dünyanın temsili anlamak da kolaylaşıyor. Net olan mı dahiliği düşüyor, flu olan mı delilik birbirinin içinde sürekli yer değiştiriyor.
Filmin bir yerinde “Başarılı bir resmin ardında birçok başarısızlık ve yıkım vardır” sözüne rastlıyoruz; Schnabel’in yapıtı Van Gogh mitosuna ait kimi yargıları ve kabulleri yeniden tanımlarken bize başarısızlıkların ve yıkımların serinkanlı bir şekilde aktarıldığı, son derece kederli bir öykü anlatıyor. Ana karakterinin insanlık tarihine armağan ettiği unutulmaz resimlerdeki hâkim renklere benzer tonlarda donatılmış kadrajlar (bunda en büyük pay kuşkusuz görüntü yönetmeni Benoît Delhomme’un) eşliğinde ilerleyen bu muhteşem sanatsal ve psikolojik yolculuğu kaçırmayın derim.
Oscar Isaac’in Gauguin’i, Mathieu Amalric’in doktor Gachet’si, Emmanuelle Seigner’nin madame Ginoux’su, Rupert Friend’in Theo Van Gogh’u... Belki en iyileri olan, Mads Mikkelsen’in rahipteki kısacık, ama belleklere çakılan kompozisyonu. Ayrıca Niels Arestrup, Anne Consigny, Vincent Perez, Amira Casar gibi ustaların da yarattığı kıvılcımlar... Ama en başta Willem Dafoe’nun oyunu. Hem de 1890 yılında, 37 yaşında ölmüş bir sanatçıyı 63 yaşında canlandırmanın güçlüğüne rağmen... Öylesine bir fiziksel benzerlik ve güçlü bir kompozisyon ki... Tüm engeller aşılıyor. Ve Dafoe, 1956’daki Minnelli filmiyle Oscar’a aday olan Kirk Douglas’tan 63 yıl sonra, aynı rolle bu ödüle aday gösteriliyor. Douglas ödülü alamamıştı. Bugün (çağdaşı Oliva de Havilland gibi) tam 103 yaşında olan Douglas belki köşesinden izliyordur: Dafoe daha şanslı olacak mı diye!..
Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında her ne kadar Schnabel'e ait olsa da bu film galiba her daim Willem Dafoe ile anılacak. Dafoe, 'ustalık eserim' diyebileceği bir performans sergiliyor. Ki bu performans kendisine Venedik Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandırdı. Bu yıl aynı kategoride de Oscar'ın güçlü adaylarından biri... Oscar alır mı bilinmez ama Dafoe gönlümüzün Oscar'ını çoktan aldı...
Beyazperde.com'da gezintiye devam etmek istiyorsanız çerezleri kabul etmelisiniz. Sitemiz hizmet kalitesini artırmak için çerezleri kullanmaktadır.
Gizlilik sözleşmesini oku.
Evrensel
Yönetmen Schnabel, bugüne kadar pek görmediğimiz bir işe daha kalkışıyor. Kameranın Van Gogh’un gözüyle birleştiği kimi anlarda, özellikle de arayış zamanlarında, ekranın yarısını flu görüyoruz. Perdenin üst tarafında netlik söz konusuyla alt tarafı biraz bulanıklaşıyor. İlk başlarda seyir alışkanlıklarımızı bozan, rahatsız edici bir tercihmiş gibi gelse de film ilerledikçe ve karakterin dünyasını anlamaya başladıkça bu durumun tam da Van Gogh’un gözüyle bir türlü netleşemeyen ‘tek’ dünyanın ya da kafasında birbirinden ayrılan ‘iki’ dünyanın temsili anlamak da kolaylaşıyor. Net olan mı dahiliği düşüyor, flu olan mı delilik birbirinin içinde sürekli yer değiştiriyor.
Hurriyet
Filmin bir yerinde “Başarılı bir resmin ardında birçok başarısızlık ve yıkım vardır” sözüne rastlıyoruz; Schnabel’in yapıtı Van Gogh mitosuna ait kimi yargıları ve kabulleri yeniden tanımlarken bize başarısızlıkların ve yıkımların serinkanlı bir şekilde aktarıldığı, son derece kederli bir öykü anlatıyor. Ana karakterinin insanlık tarihine armağan ettiği unutulmaz resimlerdeki hâkim renklere benzer tonlarda donatılmış kadrajlar (bunda en büyük pay kuşkusuz görüntü yönetmeni Benoît Delhomme’un) eşliğinde ilerleyen bu muhteşem sanatsal ve psikolojik yolculuğu kaçırmayın derim.
T24
Oscar Isaac’in Gauguin’i, Mathieu Amalric’in doktor Gachet’si, Emmanuelle Seigner’nin madame Ginoux’su, Rupert Friend’in Theo Van Gogh’u... Belki en iyileri olan, Mads Mikkelsen’in rahipteki kısacık, ama belleklere çakılan kompozisyonu. Ayrıca Niels Arestrup, Anne Consigny, Vincent Perez, Amira Casar gibi ustaların da yarattığı kıvılcımlar... Ama en başta Willem Dafoe’nun oyunu. Hem de 1890 yılında, 37 yaşında ölmüş bir sanatçıyı 63 yaşında canlandırmanın güçlüğüne rağmen... Öylesine bir fiziksel benzerlik ve güçlü bir kompozisyon ki... Tüm engeller aşılıyor. Ve Dafoe, 1956’daki Minnelli filmiyle Oscar’a aday olan Kirk Douglas’tan 63 yıl sonra, aynı rolle bu ödüle aday gösteriliyor. Douglas ödülü alamamıştı. Bugün (çağdaşı Oliva de Havilland gibi) tam 103 yaşında olan Douglas belki köşesinden izliyordur: Dafoe daha şanslı olacak mı diye!..
Sabah
Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında her ne kadar Schnabel'e ait olsa da bu film galiba her daim Willem Dafoe ile anılacak. Dafoe, 'ustalık eserim' diyebileceği bir performans sergiliyor. Ki bu performans kendisine Venedik Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandırdı. Bu yıl aynı kategoride de Oscar'ın güçlü adaylarından biri... Oscar alır mı bilinmez ama Dafoe gönlümüzün Oscar'ını çoktan aldı...