Hesabım
    İngiltere Benim
    Ortalama puan
    2,7
    5 Puanlama
    İngiltere Benim hakkında görüşlerin ?

    2 Kullanıcı yorumları

    5
    0 Eleştiri
    4
    0 Eleştiri
    3
    1 Eleştiri
    2
    1 Eleştiri
    1
    0 Eleştiri
    0
    0 Eleştiri
    Sırala
    En yararlı eleştiriler En yeniler En çok eleştiri yazmış üyeler En çok takip edilen üyeler
    Turgay Buğdacigil
    Turgay Buğdacigil

    Takipçi 2.069 değerlendirmeler Takip Et!

    3,0
    17 Aralık 2020 tarihinde eklendi
    İngiliz rock grubu The Smiths’in kurucularından Steven Patrick Morrissey’in (Jack Lowden) 1976’daki ilk gençlik günlerinden (aynen filmin afişindeki gibi) Johnny Marr’ın (Laurie Kynaston) kapısını çaldığı 1982 arasındaki altı yıllık “sancılı” dönemin anlatıldığı bir biyografik drama olan “England is Mine”, senaryosunu da William Thacker ile birlikte kaleme alan Mark Gill’in yönetmen koltuğunda oturduğu “ilk (debut)” uzun metrajlı sinema filmi…

    Yani bu da demek oluyor ki:

    Eğer Morrissey ile The Smiths’in isimlerini hiç duymadıysanız veya müzikleriyle pek alakalı değilseniz, oldukça mütevazı bir bütçeyle çekildiği her halinden belli olan bu “bağımsız (indie)” film kesinlikle size göre değil…

    Boşuna zaman harcayıp canınızı sıkmayın…

    Bu küçük uyarının ardından yeniden filmimize dönecek olursak…

    1976 yılının Manchester’ındayız…

    Henüz on yedi yaşında olan Steven, o günlerde sıklıkla Anji Hardie (Katherine Pearce) ile takılmaktadır….

    Yine beraberce dolaştıkları bir günün ardından bu iki ergen Steven’ın evine geldiklerinde, babası Peter Morrissey (Peter McDonald) “işsiz güçsüz” dolaştığı gerekçesiyle oğluna parlar…

    Hani neredeyse haşlar…

    Neyse ki, anne Elizabeth Morrissey (Simone Kirby) anında oğlunun imdadına yetişir ve böylelikle her zaman olduğu gibi karı koca arasındaki hırgür de başlamış olur…

    Sürekli bir arayış içinde olan Steven o günlerde; şarkı sözü, şiir türü şeylerin yanı sıra “acımasız sertlikteki” müzik eleştirileri de yazmaktadır…

    Bir plakçı dükkanındaki panoda genç gitarist Billy Duffy’nin (Adam Lawrence), “bir gruba katılmak veya grup kurmak” istediğine dair el yazısıyla yazılarak iliştirilmiş ilanını görerek alan Steven ile Anji, Billy’i telefonla arayarak ondan ertesi gün için bir randevu da koparırlar…

    Koparırlar koparmasına da (vakti zamanında bizim de müdavimlerinden olduğumuz) Melody Maker okuyarak buluşma saatini bekleyen Steven, Billy’nin gelmesine karşın aniden görüşme fikrinden vaz geçerek oradan uzaklaşıverir…

    Gerçekten de içine kapalı, sürekli depresif, somurtkan, tatminsiz ve utangaç bir kişilik yapısına sahip olan Steven için bu durum, hiç de şaşırtıcı değildir…

    O andan itibaren, tepesi atan Anji’yi bir daha onun “yanında” hiç göremeyiz…

    Unutmadan bu arada, babası Peter’ın da Steven’ı, annesi Elizabeth ve bir market de reyon görevlisi olan ablası Jackie (Vivienne Bell) ile baş başa bırakarak evi terk etmiş olduğunu da belirtmiş olalım…

    Hatırlarsanız yukarıda Steven’ın müzik eleştirileri karaladığını da söylemiştik…

    İşte bunlardan birisi sonrasında Linder Sterling (Jessica Brown Findlay) yazdığı yorumunda, Steven’a yönelik ne yenilir ne de yutulur tarzda olmayan çok ağır ifadeler kullanmıştır…

    Neyse, onu öylece orada bırakır Steven…

    Zira evlerinin kirası dahil ödenecek faturaların tamamı kendisi, annesi ve ablasının üstüne yıkıldığı için başları fena halde derttedir…

    İlk halletmesi gereken şey, bir an önce para kazanarak eve katkıda bulunacağı bir iş bulmaktır…

    Elindeki kalemle gözü de ilanlarda olan Steven, gazeteleri tarayarak Gelir İdaresinde küçük bir memuriyet işi bularak oraya yerleşir de…

    Derken, her zamanki gibi bira içmek üzere gittiği canlı müzik yapılan mekânda sonradan “arkadaş” da olacağı Linder, Steven’ın yanına gelerek yazdıkları için kendisinden özür diler ve beraberce davet edildiği partiye giderler…

    Bütün bunlar yaşanırken yaşamındaki önemli kırılma anlarından birine neden olacak olan Christine’de (Jodie Comer) Gelir İdaresinde çalışmaya başlamış olup amiri Bay Leonard (Graeme Hawley) Steven’ı, onu gezdirmek ve işi anlatmakla görevlendirmiştir…

    Biz tam derin bir üzüntüyle, “Hadi ya!” derken…

    Ardından artık her şeyin bittiğini düşünerek umutsuzluk dolu bir melankoliye kapılacağı, Linder ve Billy’nin yol açtıkları iki “hayal kırıklığını” daha peş peşe yaşayacaktır Steven…

    Ki bunlar aslında Steven’ın şansının, olumlu anlamda dönmesine sebep olan kilometre taşları olarak yer alacaklardır biyografisinde…

    İzlediğinizde göreceksiniz ki:

    Her ne kadar, “çölde kutup ayısı ile karşılaşan bedevi misali” talihsizlikler yaşasanız da bizzat hayat, “bitti” demeden hiçbir şey bitmiyor ve umutlar taptaze kalabiliyor…

    Yeter ki siz, doğru bir hedef ve sağlam bir irade ile yola koyulmuş olun…

    Keyifli seyirler,
    Alp T.
    Alp T.

    Takipçi 441 değerlendirmeler Takip Et!

    2,5
    24 Ocak 2018 tarihinde eklendi
    "Steven Patrick Morrisey, çalıştığı iş ve görüştüğü arkadaşlarıyla geçirdiği zaman sırasında hep bir müzisyen olmayı düşlemiştir. Zamanını müzik dinleyerek ve kitap okuyarak geçen Morrisey, arkadaşı Linder Sterling sayesinde birisiyle tanışır ve ufak bir grup kurar. Fakat bundan sonra işler Morrisey için pek iyi gitmeyince, ileride neyi nasıl yapacağını düşünmeye çalışır."

    Le Redoutable'da daha önceden hiç tanımadığım Jean-Luc Godard gibi, England Is Mine'ı da adını daha önceden hiç duymadığım Morrisey'i izlemek için izledim. Çünkü herkesin sevdiği ve benim neredeyse hakkında hiçbir şey bilmediğim kişiler hakkında böyle filmleri izleyip bilgi sahibi olmak hoşuma gidiyor. Ve şurası ilginçtir ki; Le Redoutable'da Godard hariç her şey ilgi çekiciydi, England Is Mine'da ise sadece Morrisey ilgi çekiciydi.

    Bu film bittiğinde Morrisey'in kişiliğine ve sanatçı olma ruhuna dair kendimi gerçekten umursarken buldum. Bu konuda Jack Lowden'ın performansı filme epey yardımcı olmuş. Bu filmde Morrisey'i The Smiths adlı rock grubunu kurmadan önce, gençlik çağındayken hayatında yaşadığı çelişmeleri görüyoruz. Filmin en ilgi çekici kısımları da muhtemelen bu sahnelerdi; Morrisey'in hayata ve müziğe olan bakışını görmek.

    Ayrıca Mark Gill'in yönetmenliğini ve senaryonun bazı bölümlerini beğendim. Film oldukça parlak ve neredeyse simetrik bir şekilde çekilmiş, bu da hikayeye hoş bir estetik kazandırmış. Senaryoda hoşuma giden bölümün kendisiyse, Morrisey'in hayata bakışını anlatan metaforlardı. Bu konuda filmin sürekli yakın plana aldığı su ön plana çıkıyor. Gerek bir bardağın içerisinde taşması veya bir gölün içinde olsun, film bu sahnelerde Morrisey'in düşüncelerini ön plana çıkarmış aslında.

    Fakat senaryo hakkında beğendiğim bir şey olmasına rağmen, England Is Mine'ı bu kadar zayıf tutan ana element senaryodan kaynaklanıyordu. Filmde güzel metaforlar, hoş göndermeler var. Ve hikaye sadece Morrisey'in yapmaya çalıştığı şeye odaklandığında film sürükleyici bir hal alıyor. Ama büyük sorunsa, filmin buna çok az odaklanıyor oluşunda. England Is Mine'ın büyük bir kısmı boş, senaryoya etkisi olmayan, gereksiz yere uzatılmış sahnelerden oluşuyor. Üstelik bu sahneler yaşandığı zaman -ki oldukça sık yaşanıyor- sürekli arada bir tane sahne eksikmiş hissi hissettiriyor.

    Mesela Morrisey'in arkadaşlarıyla bir arada olduğu sahnelere odaklanalım. Filmin bir kısmı, Linder ile Morrisey arasındaki konuşmalara dayanıyor. Bu sahneler senaryo için gerekli olsa da öyle gereksiz yere uzatılmış ki, bir yerden sonra sürekli aynı şeyleri duymaktan sıkılmaya başlıyorsunuz. Veya Morrisey ile Billy'nin ilk defa tanıştıkları sahne: Bu bölümde Billy, Morrisey'in yanına yaklaşıyor ve kısa bir grup kurma muhabbeti açılıyor. Morrisey bu konuda ne yapacağını bir türlü bilememesine rağmen bir sonraki sahnede bu ikili uzun zamandır tanışıyormuş gibi hemen müzik yapmaya girişiyor. England Is Mine'in tamamında böyle kopukluklar ve gereksiz yere hikayeye hakim olmuş olan acele etme duygusu mevcut. Bu da film için hem iyi hem de kötü bir şey olmuş.

    Bu iyi bir şey çünkü Morrisey hakkında zerre kadar bir şey bilen birisine göre bu filmde hiç sıkılmadım. Kendisini tekrarlayan sahnelere rağmen hikaye ve Morrisey'in kişiliği ilgimi çekti ve bu sayede filmi gayet izlenebilir buldum. Ama aynı zamanda bu kötü bir şey çünkü bu yüzden film hiçbir şeye doğru düzgün odaklanamamış. Özellikle de hikayenin ana odak noktası Morrisey iken film sürekli gereksiz yardımcı karakterlere süre tanıdığı için, hikayenin gidişatı bu konuda iyice yalpalıyor.

    Bir de Morrisey'in kişiliğini çok ilgi çekici bulmama rağmen, onun bu hale nasıl geldiğini görmek isterdim. Bulunduğu çevreyi nasıl edindiğini veya müziğe olan sevgisinin ne zaman başladığını... Film seyirciye bunların hiçbirini anlatmıyor bile. Bu yüzden filmin sonlarına doğru Morrisey'in annesi ona "Sen kimsin?" sorusunu sorunca; "Evet! Ben de bu soruyu bekliyordum, nihayet bazı cevaplar netleşmeye başlayacak." diye düşündüm içinden. Ama senaryo, bunu yapmak yerine onun annesine olabilecek en bilindik lafları söyletmiş ve bu bölüm hemencecik geçiştirilmiş. Film hangi sahneleri ne zaman geçeceğini bir türlü çözememiş doğrusu.

    England Is Mine, iyi ve kötü yanları eşit basan bir filmdi benim için. Jack Lowden ile Jessica Brown Findlay'in harika performansları (bu arada sadece ben miyim, yoksa Findlay bu filmde Eva Green'in adeta ikizi miydi?), iyi yönetmenlik, ilgi çekici bir ana karakter ve yeteri derinliğe sahip bir senaryo, England Is Mine'ı gayet de izlenebilir, keyifli bir film haline getiriyor. Fakat filmin sürekli seyirciyi gereksiz karakterlerle tanıştırması ve hikayenin odaklanması gereken yerlere gereken süreyi tanıyamaması çıkan sonucu biraz sıradan, hatta kolayca unutulabilir bir hale getirmiş. Eğer Morrisey'e karşı derin bir sevginiz varsa bu film o sevgiyi kesinlikle zayıflatmayacak. Veya ilginizi 90 dakika boyunca ekranda tutabileceğiniz bir film arıyorsanız, bu film hiç de fena bir seçim sayılmaz doğrusu. Tercih size kalmış. İzlediğinize pişman olmayacağınız ama kısa sürede unutacağınız bir yapım. İyi seyirler.

    FİLMİN İYİ YANLARI:

    + Morrisey'in ilgi çekici bir şekilde anlatılmış olması.

    + İyi yönetmenlik.

    + Başarılı performanslar.

    FİLMİN KÖTÜ YANLARI:

    - Senaryonun fazlasıyla sıradan olması.

    - Gereksiz karakterler, kendini tekrarlayan sahneler.

    TOPLAM PUAN: 5.8/10
    Daha Fazlasını Göster
    • En son Beyazperde eleştirileri
    • En İyi Filmler
    • Basın Puanlarına Göre En İyi Filmler
    Back to Top