İlik donduran bir mücadele!
Yazar: Fatih Yürür“Zorlu doğa koşulları ile girişilen çetin mücadele” temalı yapımların; konsepti bütünleyen hava koşullarına kısmen yakın mevsimlerde gösterim şansı bulması; hiç kuşkusuz izleyicinin simülasyon arayışını bütünleyecek ilginç bir deneyim sunuyor. Söz gelimi, Liam Neeson’ın başrolde yer aldığı The Grey ya da Baltasar Kormakur’un herkesi memnun ederek kotaramadığı Everest gibi yapımların, kış döneminde izlenmesi ve dışarıdaki soğuk ile sinema salonlarını sarmalayan kozmik soğuğu buluşturması; seyir deneyimini biraz daha sertleştirebiliyor. Ne var ki tam da bir Şubat seyirliği olan Arctic; baharın tenimizi okşayıp geçtiği şu günlerin hissiyatına tezat oluşturacak bir hayatta kalma mücadelesine ev sahipliği yapıyor.
Bu sefer doğanın gücüne meydan okuyan ya da daha doğru bir tabirle doğa ile iş birliğine gitmek zorunda kalan kahramanımız, kem bahtlı bir kazazede olan ve geçirdiği travmatik olayın öncesine dair, kendisi hakkında çok da fikir sahibi olamadığımız Overgard. Talihsiz bir uçak kazasının ardından kuzey kutbunda mahsur kalan Overgard; bu sonsuz buz çölünde, akla gelebilecek en primitif yöntemleri kullanarak hayatta kalmak için uğraşır. Bu bakımdan da; Yeni Hayat’ın Chuck Noland’ı, Pi’nin Yaşamı’nın Pi Patel’i, Ben Efsaneyim’in Robert Neville’i ya da Yerçekimi’nin Ryan Stone’u ile sıkı bir kaderdaş olduğunu söyleyebiliriz.
Uzun metraj arenasında güreşmek için ilk defa kollarını sıvayan genç yönetmen Joe Penna, sıkı bir hayatta kalma mücadelesinin altyapısını oluşturmak adına dersini iyi çalışmış orası kesin! Filmin özellikle ilk 15 dakikalık kısmı; Overgard’ı çevreleyen vahşi koşulları, sert bir biçimde resmeden bir atmosfere ev sahipliği yapıyor. Leziz görsel işçilik ve ürkütücü ses tasarımı sayesinde “Kuzey Kutbu’nun kimsesizliğine” iliştirilen kahramanımız; pek tabi bu dünyada yerinde olmak isteyeceğimiz en son kişi! Sadece günü kurtarmak ve yardım çağrısını duyurabilmek için kendisine bir rutin tutturan Overgard’ın, bu kör edici sonsuzluk içinde kaybolmuş gibi görünmesine rağmen, mücadeleden bir an olsun vazgeçmemesi ve yöntemleri de izleyiciyi kısa sürede filme bağlamayı başarıyor.
Penna, bir taraftan başat hayatta kalma motifli yapımların rotasını izlerken; diğer taraftan da “tek karakterli” post apokaliptik filmlerin geleneğinden ve estetiğinden de faydalanmayı ihmal etmiyor. Bu çatışmada, genç adamın karşısına sadece Kuzey’in olağanüstü çetin koşullarının yanı sıra bir de kanlı canlı; bir görünür bir kaybolur kutup ayısı eklemeyi de ihmal etmiyor. Türün klişelerini, uygun bir ritim ve kendine has bir görsel armoni ile sunarak; emsallerini izlerken deneyimlediğimiz tüm detaylardan, bir kere daha keyif almamızı sağlıyor. Öykünün bundan sonraki kısmını ise hem bir miktar spoiler içerdiği hem de öykü rutini adına erken ve keskin sayılabilecek bir kırılışa ev sahipliği yaptığı için; değerlendirmesi risk havuzunda kabul edilebilir.
Yine de sığ tarafından şöyle bir ayakları daldırmak gerekirse; Overgard’ın yardım çağrısı, neredeyse ilahi sayılabilecek bir biçimde karşılık bulur. Uzak Doğu’dan gelen ve kutup taraması yapmakta olan iki kişilik bir ekip; bu sonsuz derin dondurucunun içerisinde, Overgard’a yaklaşmayı başarır fakat ekibin helikopteri de bu kurtarma girişimi sırasında kaza yapar. Pilotlardan biri ölür, diğeri ise ağır bir yara alır. Dolayısıyla Overgard artık sadece kendi postunu kurtarmakla ilgilenmez ve çoğunlukla bilinci yarı kapalı olan ağır yaralı pilotun da sorumluluğunu üstlenir.
Gel gelelim, kendisine sığınak bellediği uçak enkazını terk etme vakti de yaklaşmaktadır. Dışarıdaki koşullar daha da sertleşirken, yiyecek kaynaklarının tükenmesi bir tarafa, ikilinin etinden et koparmak adına daha da gözüpek hamleler yapmaktan çekinmeyecek olan Kuzey’in dişleri de uçak enkazını sarmalamaya başlamıştır. Bir başka ilahi yardımın gelmesi ise pek de olası görünmemektedir.
Aslında Penna ve Morrison ikilisinin kalem oynattığı senaryo, dengeli bir biçimde ilerliyor. Önce izleyiciyi Overgard’ın hemen yanında, Kuzey Kutbu’nun tam ortasına konumlandırıyor. Sonrasında da geçen her saniyenin ardından ana karakterin sırtına daha fazla yük bindirerek, sınavını zorlaştırıyor. Yine de her adımda dengeli bir biçimde öyküye eklemlenen bu sınavların, anti organik bir tarafının olduğunu söylemek zor. Bu sayede “mekanı muhafaza etme” ve “yolculuk” fazları da çok rahat bir biçimde birbirine eklenmiş oluyor –ki filmin de asıl güç aldığı kısım; atmosferin cömertçe sergilendiği ilk bölümden ziyade, git gide daha da zorlanarak zirveye tırmanan yolculuk kısmı oluyor.
Mads Mikkelsen’in hiç de sürpriz olmayacak biçimde, etkileyici performansı ile cazibesini tamamlayan Arctic, Joe Penna’nın, neyi ne zaman devreye sokması gerektiğini bilen yönetimi sayesinde; tıpkı afiş sloganına işlendiği gibi “son yılların en etkileyici hayatta kalma hikayesi” olarak anılabilir mi? Bizce hiçbir mahsuru yok!