Silahı olmadan halkı için savaşan gazetecilerin hikayesi...
Yazar: Murat Tolga ŞenGörkemli eğlence sinemasının ustası olan Steven Spielberg, sadece dinozorlarla (Jurassic Park) anıp geçebileceğimiz sıradan bir sinemacı değil. Schindler's List (1993), Amistad (1997), Artificial Intelligence (2001) gibi kalburüstü pek çok işi var. The Post, giriştiği en politik macera olabilir ama anlatmayı sevdiği türden bir film, meselesi olan bir sinema işi...
Eskiden küçük festivallerde dolanan Amerikan bağımsızlarının, son yıllarda Altın Küre ve Akademi ödüllerinde gösterdiği başarı önemli bir soruyu akla getiriyor; bir filmi kıymetlendiren, iyi film yapan şey nedir, sinema mı mühim yoksa mesele mi, önce hangisi gelir? Gazetecilik mesleği üzerine bir etik hikayesi (ve dersi) olan The Post’u da bu iki uçta değerlendirmek gerekiyor.
Açıkçası, The Post için ilk elden edilen ¨Spielberg yine Oscar kazanmak istiyor¨ cümlesi sığ kalıyor. Ayrıca bunu hangi sinemacı istemez ki! Daha geniş bir pencere açıp baktığımda gördüğüm şey şu; Spielberg büyük filmler çeken büyük bir sinemacı. Onun dev bir vizyonu var ve bunu gösterişli bir şekilde yapmayı seviyor. Onun sineması modern Hollywood’un aromatiklerinden biri ve bu film yapma metodunu korumak, Amerikan bağımsızlarına karşı stüdyo işi filmlerin direnişinde uç karakol olmak istiyor. Büyük bütçeli bir yapımda, Meryl Streep ve Tom Hanks gibi A sınıfı Hollywood oyuncuları yanına alarak politik açıdan hala hassaslığını koruyan bir konuya girişmesi bu yüzden. İşin özeti şu; Spielberg yeniden 70’lerin yönetmen sineması zamanlarına dönmek istiyor. Stüdyoların kotardığı büyük ve iyi filmler çağına...
Peki, daha önce onlarca (iyi) örneğini izlediğimiz bu gazetecilik hikayelerinin geçer akçeliği devam ediyor mu? Elbette çünkü ABD’de herkesin bir parodi niyetine izlediği ama gerçeğin ta kendisi olan bir iktidar var ve medyayı baş düşman ilan etmiş durumda. Hal böyleyken şu cümleyi kurmak çok kolay ve gerekli; The Post, sadece Oscar’a ayarlanmış bir film değil aynı zamanda Trump iktidarının medya üzerindeki etki arttırma girişimlerine karşı umut verici bir aşı görevi üstleniyor. Başrolün Meryl Streep’e gitmesi dahi tesadüfle ya da iyi oyuncu olmasıyla açıklanamaz.
Peki, film bu meseleyi dahi sinemacı-usta oyuncu-mega bütçe elinde sinemalaştırırken ne kadar başarılı? İşte bir filmin meselesi sinemasından önce mi gelir, sinema meselenin önüne mi geçer sorusunun cevabını aramamız gereken yer de burası zira biz zaten All the President’s Men (1976) başta olmak üzere Hollywood elinden pek çok gazetecilik skandalına şahit olmuş bir nesiliz. Bunlar unutulmaz ve iyi filmler. Benim favori filmim olan Citizen Kane’i (1941) bile bir gazetecilik hikayesi olarak izlemek mümkün. The Post, bu filmlerin yanına yaklaşıp bundan birkaç yıl sonra yapılacak ¨en iyi gazetecilik filmleri¨ listesine girebilir mi? Bu pekala mümkün!
Çünkü The Post, birkaç yıl önce izlediğimiz benzer bir film olan Spotlight’ın (2015) düştüğü tuzaklara düşmüyor, kendi detaylarında boğularak sıkıcılaşmıyor ve olay ufkunda uzaklaşmıyor, seyirciyle kalmaya devam ediyor. Bu her şeyi takip edebildiğiniz, izleyebildiğiniz ve taraf seçebildiğiniz bir film.
Kimi eleştirmenler, The Post’u Spielberg’in cepten yaptığı, gayret göstermediği bir iş olarak nitelendirse de ben onun bir stili olduğuna inanıyorum. Tıpkı Scorsese gibi ve bu stili modası geçtiği zamanlarda bile izlemeyi seviyorum. Hatta bunun The Post’u bir on yıl sonra o eski muhteşem filmlere daha çok benzeteceğini de düşünüyorum. Spielberg bunu amaçlamış ve kurgu odasına sırf bu duyguyu ortaya çıkarmak için dalmış olabilir. Spielberg’in demirbaşlarından olan görüntü yönetmenliği dehası muhteşem Janusz Kaminski’nin seçimleri de bu amaca hizmet etmiş. Artık bu yapım ölçeğindeki tüm Hollywood işlerinde muhteşem bir sanat-görüntü yönetimi, ses-ışık kullanımı var. Bunları övmek yazıya ancak zaman kaybettirir. The Post’ta görmeyi umduğum şey çok iyi oyunculuklar ve iyi bir kurgu idi ki bunu da aldım.
Hakkında sayfalarca yazılır ama son tahlilde The Post, mutlaka izlenmesi gereken bir film. Yazı boyunca filmin konusundan bahsetmedim çünkü bunu sona sakladım. Yine de yazmayacağım ama sadece şunu bilmenizi isterim; bu film, yönetenler sizi kandırırken doğruya ulaşmanızı sağlamak adına verilen savaşı anlatıyor. Ve bu yüzden, belki de Amerikalılardan sonra en çok bizim izlememiz gerekiyor! Yani, o savaşı daha verenlerin büyük bedeller ödediği vermeyenlerin ise gazeteci olarak hava attığı bir ülkede yaşayanların...
Oscar şansı nedir diye sorarsanız; birey sorunlarının toplum sorunlarının önüne geçtiği zamanlardayız. Ayrıca geçmişte benzeri ve unutulmaz işler var, o yüzden The Post’un alkışlanacağı yer sinema salonu olacaktır. Spielberg evine bir heykelcik daha götüremeyecek olsa bile sinemada izlenecek önemli bir film yapmış, siz de bu çabaya kıymet vererek sinemada izleyin, iyi seyirler!
murattolga@otekisinema.com