“Mevzu derin değil…”
Yazar: Fırat AtaçMevcudiyetini ‘Deniz altında geçen Alien’ olarak konumlayan, lakin benzetme yapmaya çalıştığımızda Alien’a öykünen filmlere bile öykünmesiyle çıtayı iyice aşağı çeken Underwater maceramıza hoş geldiniz. Son yıllarda orijinallikten nasibini almamış tüm korku filmlerinin afişlerinde gördüğümüz ‘A filmiyle B filminin birleşimi gibi!’ alıntılarını farklı seviyeye çıkarmaya hazır mısınız? O zaman durumu şöyle özetleyelim: Underwater; Alien taklitleri Leviathan, Deep Star Six, B-filmi güzelliği Deep Rising, Jules Verne’den 20.000 Leagues Under the Sea, James Cameron’dan Abyss ve tüm gerilim anlarını aparttığı The Descent’in alkolsüz bir kokteyli gibi!
Su altında geçen korku/gerilim filmlerine zaafı olanları (biri de bizzat benim) bile memnun etmekten uzakta seyreden Underwater, ‘formül film’ tanımının tam karşılığı. 10.000 metre derinlikteki bir sondaj tesisinde gerçekleşen patlamayla açılışını yapıyor ve bizleri hemen kurtulanlarla tanıştırıyor. Tesisin yıkılması yakın, su altı kıyafetleri hasarlı, oksijen tüpleri limitli. Yapılabilecek tek şey komşu tesise ulaşmak ancak kahramanlarımızı bekleyen derin su yaratıklarının buna izin vermeye pek niyeti yok.
‘Zamana karşı yarış’ mefhumuna eklemlediği klostrofobi duygusuyla yürümeye devam etmesi halinde iyi bir film olabilirdi Underwater. Kendi yağında kavrulan bir B-sineması örneği olamamasının nedeni kuşkusuz ki 80 milyon dolarlık bütçesi. Anlatısını ve duruşunu büyütmeye çalıştığı andan itibaren irtifa kaybetmesi, ‘bir yandan da blockbuster olabilir miyim?’ hayalinin gerçek dışılığıyla paralel seyrediyor. Disney-Fox anlaşmazlığının sonucu olarak, çekimlerinin tamamlanmasından 3 sene sonra vizyon görebilmesi ‘baştan kokan bir sualtı yaratığı’ ile baş başa bırakıyor bizleri.
3. uzun metrajını çeken William Eubank’ın filme kattığı enerji gözden kaçırılacak gibi değil. Ezbere bildiğimiz bir hikaye olsa da özellikle açılış ve kapanış sekanslarıyla kimi öncüllerinin üzerine çıkabilen bir film bu. Sıkıntı, arada doldurması gereken boşluğu hiçbir açıklama ya da veriyle doldurmaması. Bu tip bir filmde her karakterin dört başı mamur motivasyonlara sahip olmasını beklemek, iki boyutluluğu mutlak bir başarısızlık olarak görmek biraz yüksek bir beklenti tabii ki.
Hadi bu beklentimizi sıfıra indirgedik. Peki Lovecraftian olma çabasıyla üzerimize boca edilen yaratıklar ne olacak? Nereden geldiler? Dertleri sadece içgüdülerinde mi saklı yoksa bu bir intikam mı? “Okyanustan çok şey aldık, o da bizden geri alıyor” şeklindeki basite indirgenmiş çevreci mesaj, pek Lovecraft tarzı değil doğrusu…
Referansların arasında kaybolduğunuzda belli bir keyif eşiğini aşmak mümkün olsa da referansla birebir canlandırma arasındaki çizginin bulanıklaştığı çok an var. Underwater bu haliyle neredeyse bir pastiş. Perdede her daim ilgi çekici olabilen Kristen Stewart’ın umutsuzca Ellen Ripley olmaya çalışması gönül tellerimizi gerse de film onun çabasıyla ayakta kalıyor. Aslında filmin girdiği ağır yükün altından kalkmaya çalışıyor o da. Hem film hem Stewart, ikonik olanları yeniden yaratmanın imkansızlığıyla yüzleşiyor.