Çalıntı yeteneğin bedeli..
Yazar: Fatih YürürGenellikle tutkulu ve saplantılı aşkların, aldatanların ve aldatılanların, acı çekenlerin, uyumsuzların, uyumsuz olmaktan haz duyanların öykülerini perdeye ve televizyon ekranlarına taşımasıyla da bilinen Benoît Jacquot, bu sefer arayı fazla uzatmadan izleyici karşısına çıkıyor. James Hadley Chase’in kitabından beyazperdeye taşınan öykünün ikna kabiliyetinin ne kadar güçlü olduğu ise tartışma konusu!
Çoğunlukla ülkesinin bağrından kopmuş ve Hollywood arenasında adından söz ettirmeyi başaran güçlü isimleri, çizdiği karakterlerin etine kemiğine büründürme konusunda ısrarcı olan Jacquot; bu sefer başrollere Isabelle Huppert ve Gaspard Ulliel ikilisini taşıyor. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte kariyerinin en hızlı dönemine giriş yapan Huppert ile Hannibal Doğuyor sonrasında adını dünya arenasına duyursa da, filmografisini “az ama öz” minvalinde şekillendiren Ulliel ikilisinden beklenen performansı görebiliyor muyuz peki? Bu konudaki eksikliklere girişmeden önce sanırım hikâyeye kabaca göz atmamız lazım.
Bertrand genç, yakışıklı ve meslek tahmini konusunda karşısındakini yanıltmayacak olan iş bilir bir jigolodur. Dış dünya ise onu aslen kelimelerin dehası olarak tanımaktadır. Nitekim kendisi, jigolo olduğu dönemde hayata veda eden eski bir müşterisinin dahiyane fikrinin üzerine konmuştur. Çalıntı fikre gelen eklemlemeler sonrasında ise sanat camiasının sayılan oyun yazarları arasında yer almıştır. Bu yalan, genç adama her zaman ucundan köşesinden dahil olduğu o şatafatlı dünyanın sahibi olabilme fırsatı vermiştir. Tabi böylesine hızlı ve plansız bir şekilde statü atlayan, beklemediği bir refaha kavuşan herkes gibi Bertrand’ın da dengesi şaşar. Hak etmediği bir başarıya karşı açlık duymaktadır. Yakın çevresi ise onun yeni üretimlerinin özlemini çekmektedir. Bu bakımdan nihai akıbetinin 90’lı yıllarda müzik piyasasında at koşturan “one hit wonder” kaderdaşları ile benzeştiğini söyleyebilmemiz pekala mümkündür.
Asıl sorun ise çok daha vahimdir. Evet. Çalıntı metin genç adama bir statü kazandırmış ve onun dahil olmadığı bir sınıfa öylece sızmasına sebep olmuştur olmasına peki ya sonrası? İçinde bulunduğu camiada yoluna devam edebilmesi için yeniden üretebilmesi gerekmektedir. Sahip olduğu ani popülarite ve kendisinden durmaksızın talep edilen taze kan; Bertrand’ın köşeye sıkışmasını sağlar. Dahası, yeni tiyatro metninin avanslarını çatır çatır tüketirken, alışık olduğu standartların da ufak ufak parmaklarının arasından kayıp gittiğini hissetmektedir. Genç adam nihayetinde yeni bir hikâyenin peşinde düşmeye karar verir. Henüz çok fazla yol kat etmemişken Eva adında bir eskort ile tanışır. Başlangıçta, sahip olduğu şöhret ile bu gizemli kadını etkilemeye çalışan ve aradığı öykünün kokusunu Eva’nın bedeninde aldığına inanan Bertrand; kadının kendisine karşı olan direncine ve garip çekiciliğine kapılır.
Jacquot tam da bu noktada; Chase’in kısmen de olsa orijinal notalara vuran öyküsündeki karakterleri, bayağılaşmaya başlayan birer stereotip formuna büründürmeye başlar. Bertrand’ın saplantısı o kadar hızlı ve dolaysız bir biçimde gelişir ki; Eva ile olan münasebetinin inandırıcılığı yer yer yumuşar. Bir tarafıyla da Nick Curran ile Catherine Tramell arasındaki obsesyon zengini münasebetin bir benzerine tanıklık ederiz (ki Chase’in 47 tarihli öyküsünün, emsallerine ilham olabilmesi de pekala ihtimal dahilindedir). Sonrasında ise Bertrand da kader ortağı diyebileceğimiz Curran gibisinde bir çıkmazın içine düşer ve Eva’ya yaklaştığı her adımda dibe doğru çekilir. Bundan sonrasında ise kimin kedi kimin fare olacağı birkaç fersah öteden çıplak gözle fark edilebilecek bir ihtiras ağı örülür.
Jacquot, sırtını dayadığı metne, açık bir biçimde -biraz da zorunlu- modern revizyonlar getirmek zorunda kalmıştır. Ülkemizde de Milliyet tarafından Cinayet Meleği Eva adıyla basılan kitapta Clive Thornston, arkadaşı olan John Caulson’un ölümünün ardından, onun yazdığı bir oyunu kendisi yazmış gibi davranır. Fakat tek atımlık barutunun ekmeğini yiyen Bertrand’ın aksine Clive; kitaplar yazarak kariyerini sürdürür. Fakat tüm yaratım trafiğinin ardından yaratım sıkıntısının kucağına düşer. Eva ile tanıştığı andan itibaren ise yakın çevresinin yaptığı tüm uyarılara rağmen fırtınaya kapılır. Jacquot, bu küçük revizyonlar dışında öykünün genel iskeletine mümkün mertebe sadık kalık ve elindeki malzemeyi serbest bir uyarlamaya dönüştürmez.
Her ne kadar ortaya koyduğu yapıtların nitelikleri tartışmaya açık olsa da Benoît Jacquot’yu sinema işçiliği konusundaki ısrarı sebebiyle yürekten tebrik etmek gerekir. Bu yıl, kameranın arkasındaki kırk dördüncü yılını deviren Jacquot, ağırlıklı olarak televizyon projeleri ile parlattığı kariyeri boyunca kameranın hem önünde hem de arkasında büyük bir emek var etti orası kesin. Fakat son yıllarda belli aralıklarla üreten yönetmen, son olarak 2015 yılında Oda Hizmetçisinin Günlüğü ile de eleştirmenler kanalında aradığını bulamamıştı. Don DeLillo’nun kitabından Julia Roy tarafından uyarlanan  Jamais de öncülünün kaderine benzer bir kader paylaşmış ve Mathie Amalric ve Julia Roy’un varlığına rağmen pek de dikkate alınmamıştı.
Mutlak üretkenliğini Eva ile taçlandıran emektar yönetmenin, yeni nesil izleyiciyi çekecek cinsten bir öyküye imza attığını söyleyebilmek ise biraz zor. Kendine has zerafetinden ve çekiciliğinden hiçbir şey yitirmeyen Isabelle Hupert’i izlemek halihazırda –ve en kötü haliyle bile- başlı başına bir zevk olsa da; Gaspard Ulliel’in aklı bir karış havada Bertrand portresine yürekten inanabilmek biraz zor. Nihayetinde türe tam olarak hakim olmayan izleyici için bile pek az çekicilik barındıran Eva, türün meraklılarını da bol bol esnetecek bir mahsul olmanın ötesini pek de göremiyor.