Bugün harika bir gün! Gerçekten mi?
Yazar: Duygu KocabaylıoğluÖnce pandeminin bir türlü tamamen sona ermeyişinin gerginliği; ardından ülkemizi ve dünyanın farklı bölgelerini saran, söndürülemeyen orman yangınları; ve içinden çıkamadığımız pek çok diğer majör ya da kişisel sorun… Biraz da eğlenmenin, bir-iki kahkaha atmanın kimseye zararı olmaz, bilakis tef derisi gibi gerilmiş sinirlerimize bir faydası olur diye düşünmeden edemiyor insan. Bu haftanın tam bir Hollywood aksiyon komedisi olarak vizyona giren Gerçek Kahraman (Free Guy) filmi, uzun zamandır ihtiyacımız olan “kahkahayı koy verme” özlemimize bir nebze derman olacak gibi görünüyor…
Filmin yönetmen koltuğuna oturan ve sinemaya esasen oyuncu olarak bulaşan Kanadalı Shawn Levy, başta Müzede Bir Gece serisi, Arrival ve Çelik Yumruklar gibi yüksek prodüksiyonlu yapımlar olmak üzere, Stranger Things, Last Man Standing gibi uzun soluklu dizilerin de yapımcısı olarak zihinlerde yer etti. Tabii yönetmenlik şapkasını da giydiğini onlarca yapım mevcut. Referanslar bu kadar iyiyken ve Levy’nin bilimkurgu aksiyonuna olan merakı ortadayken, çevrimiçi bir bilgisayar oyununu kendisine mesken edinen Free Guy filmi için beklentiyi bir tık yukarıda tutabiliriz. En azından senaryodaki kimi boşlukları ve mantık dışı hamleleri görmezden gelebilirseniz, filmden keyif alacağınız garanti. PUBG tutkunu Z kuşağını bilemem ama gençliğini SIMS, GTA vb. oyunlarına gömmüş Y kuşağı ve gönderme düşkünü nerd’ler keyifli bir 2 saat geçirecektir.
Her gün “cennette yaşadığına” inanarak uyanan ve standart olarak her gün aynı kahveyi alıp, bankadaki işine giden, her gün ardı ardına tekrarlanan soygunlar sırasında yere yatıp güvenlik görevlisi arkadaşı Buddy (Lil Rel Howery) sohbet eden veznedar Guy (Ryan Reynolds) bir gün bir anda, bir aydınlanma yaşar ve ona sunulan tek düze hayat çizgisinin dışına çıkacak bir hamle yapar! Sadece “0101010101010001001” kodlarından ibaret bir oyun karakteri olarak, yazılımının dışına çıkan Guy artık bir “bug”tır! Yazılımcılara göre orada olmaması gerekiyordur. O, avatarlara bürünmüş gerçek oyuncuların puan toplamak için öldüreceği bir “figürandan” fazlasıdır artık; bir şekilde seçimler yapar –ki bunlar oyunun amacına ters giden, özünde ‘iyi’ seçimlerdir- bir amaç uğruna yaşar ve daha da fazlasını yapabileceğine inanır. Her gün türlü yollarla ölmeye mahkum bir oyun figüranıyken, Guy’ın ‘akıllanıp’ özgür iradeyi seçmesinin motivasyonunu ve beraberinde gelişen türlü diğer çılgınlıkları ise filmin akışına saklayalım.
Zira Avengers, The Incredible Hulk, X-Men ve Ready Player One gibi efsanelerin senaryosunda imzası olan Zak Penn’in ve Noel Günlükleri (2018), Addams Ailesi (2019) animasyonlarda parmağı olan Matt Lieberman’ın beraber çizdikleri senaryo ile yapmaya çalıştıkları aslında bariz. Günümüz seyircisi için Truman Show’a (1998) kadar geriye götürebileceğimiz bir çizgide “Ya tüm hayatımız bir başkasının bize çizdiği bir kurgudan ibaretse?” sorunsalı ile başlayan ve bagajında özgür seçimlerden tanrıyı sorgulama – kötü Tanrı vs. iyi Tanrı- oradan “Kadere mahkum değilim, gönlüm ne isterse yaparım!” çıkarımına uzanan bir külliyatı (ama ne külliyat!), popüler bilimkurgu elementleri ile eğip büküyor bu ikili. Öte yandan, senaristlerin ve yönetmen Levy’nin sorduğu sorular çok da boş değil; filmden eğlenerek çıkarken günlerinizin neden birbirine bu kadar çok benzediğini ve kendi kendinizi soktuğunuz döngüyü sorgulayabilirsiniz pekala. Sonuçta başımıza gelen bunca felaketin, saçmalığın ve çıkmazın bir simülasyondan ibaret olduğunu bilsek, bir nebze rahatlar mıydık acaba? Yoksa o simülasyonun da bir bug’ını bulup, kötü kalpli yazılımcımıza baş mı kaldırırdık?
Oyunculuklara ve teknik detaylara gelirsek… Başrol Ryan Reynolds son 5 yılda Deadpool ve beraberinde gelen tüm franchise’lar ile iyi toparladığı kariyerini, bu süper kahramanlık, ve ‘kaliteli’ komedi aksiyonu çevresinde yeniden inşa ediyor ve çizgisini korumaya özen gösteriyor. Üzgünüm sevgili Ryan, hafızalarımızdan hala Green Latern faciasını tam anlamıyla kazıyamadık; halen yüreğimiz bir pır pır, seni ‘süper’ ve ‘kahraman’ kelimeleri ile yan yana görünce. Molotov’a – ki bu karakter de Natasha Romanoff ve Lara Croft kırması- hayat veren Jodie Comer özellikle oyun sahnelerinde inandırıcılığı korurken, eski ortağı Keys’e hayat veren Joe Keery’nin duygu dalgalanmasının nerd’lükten çok uzak olduğunu ekleyelim. Tillahı gelse, hiçbir yazılımcı kendi koduna bu kadar aşık olamaz a dostlar; deli misiniz! Hadi o kadar aşıksın ve inanmışsın yaptığın işe, bir buluta da mı çekirdek yazılımı yedeklemedin? Neyse, filmin mantık hatalarına girmeyeceğim demiştim…
Öte yandan, zirveye kadar patron yalakalağını koruyan Mouser (Utkarsh Ambudkar) ve ‘kötü Tanrı’ Antoine (Taika Waititi) karakterlerinin de ‘beyaz, Amerikalı Hristiyan erkek’ kültü içerisinden değil de yine ve gene ‘ötekilerden’ seçildiği ise gözümüzden kaçmadı sayın reji ve kasting! Silikon Vadisi’nde bir Mark Zukerberg gerçeği varken ve mesela Netflix belgesel serisi High Score bize Uzak Doğu’daki yazılım/oyun dehaları konusunda çok fazla şey söylüyorken, neden yine açgözlü patron benzer bir coğrafyadan çıkıyor acaba? Ha Waititi’nin ‘evil’ oyunculuğuna sözüm yok; kendisi karakteri olabildiğince sırtlıyor; elinde balta varken bile!
Tüm bu eleştirileri bir kenara koyduğumuzda teknik açıdan oldukça tatmin edici bir film var karşımızda; e sonuçta sanal gerçeklik kurgusundan bahsediyoruz; olsun o kadar. Teknik kadrodaki yüzlerce emekçinin ellerine sağlık. Filmin finaline doğru Inception’ın bazı sahnelerine ışınlandık bile diyebilirim. Filmin geçtiği suç şehri Free City, gerçekten piyasaya sürülen bir oyun olsa, ben oynamak isterdim açıkçası.
Uzun lafın kısası, ilk yarısı durağan başlasa da ilk karakter çatışmasından sonra akmaya başlayan Free Guy seyirciye bol aksiyonlu, bol göndermeli ve kafanızı ‘resetleyebileceğiniz’, sinemasal iki saat sunuyor. Özgür irade üzerine bunca düşünmek şart değildir belki de?
Twitter.com/duygukocabayli