Hesabım
    Kod Adı: Angel
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Kod Adı: Angel

    Gitgide yükselen bir seri…

    Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu

    “Kod Adı:...” (... Has Fallen) film serisi 2013’te “Kod Adı: Olympus” ile vizyona çıktığında, devam filmleri, üçleme olması gibi planlar, yapımın gişe başarısına odaklıydı. Yani başlangıçtan itibaren, ne senaryo ne ekip açısından elimizde var olan bir üçleme kurgusu yoktu. Devam filmleri tasarlandıkça da kadroda değişmeyen yegane bir isim oldu: başrol Mike Banning olarak izlediğimiz Gerard Butler. Bu hafta vizyona ‘kemiksiz Amerikan aksiyonu’ kategorisinden giren Kod Adı: Angel filminin süreç içerisinde evrimleşerek önümüze geldiğini ifade edebiliriz.

    Önceki iki filme nazaran bu sefer karşımızda “düşen” bir yer ya da şehir değil; ‘Angel’ bir insan metaforu olarak doğrudan özel koruma ajanı Mike Banning’i tanımlamak için kullanılıyor. Peki, ilk iki filmde her ne pahasına olursa olsun ABD başkanını koruyan adam nasıl bu sefer hedef tahtasına oturuyor? Beyaz Saray bu, entrikası hiç biter mi! Açıkça belirtmek gerekir ki üçüncü filmin senaryosu Katrin Benedikt-Creighton Rothenberger çiftinden bağımsızlaşıp, aksiyon sinemasında deneyimli Robert Mark Kamen, Matt Cook ve yönetmenliği de üstlenen Ric Roman Waugh üçlüsüne geçince, çıta da bu kaliteye göre ‘bir tık’ yükselmiş. Karşımızda klasik bir matematikle kurulmuş üçgen var: ‘olası’ bir köstebek ihaneti- baş karaktere komplo kurulması- karakterin kendini aklama çabası/macerası, finalde de asıl köstebeğin ABD yönetimi içinden çıkması. Bu matematik kurgusunu nasıl uyguladığınız, yan hikayelerle beraber nasıl çektiğiniz zaten filmi seyrettiren.

    Yönetmen koltuğundaki Ric Roman Waug, aksiyon sinemasında işin tam mutfağından, dublörlükten gelen bir isim. 2000’li yılların başından itibaren kariyerini yönetmenlik-senaristlik yönüne çeviren Waug’un Suç Çıkmazı, Muhbir gibi önceki filmleri de iyi referanslar. Bu açıdan Kod Adı: Angel’ın dramatik aksiyonunun önceki filmlere göre bir nebze daha dengeli kurulduğunu ama yine de oldukça ‘Amerikan’ kaldığını ifade edebiliriz. Yan hikayelerde problemli savaş gazisi, baba-oğul hesaplaşması gibi öğeler dramatik yapıyı besleyen unsurlar olarak akışa destek oluyor. Hatta baba Clay Banning’in diyalogları, iyi niyetli bir bakışla, ABD hükümetlerine bireysel eleştiri olarak bile okunabilir.

    Fakat filmin ikinci yarısında, neredeyse 45 dakika durmadan devam eden aksiyon ağır basıyor ve seyirci dramatik öyküden hızlıca uzaklaşıp en ağır taramalı silahların kullanıldığı, bol patlamalı, çok bağrışmalı ve koşturmacalı, klasik aksiyon sarmalına maruz kalıyor. Öyle ki film, Mike Banning kendisini akladıktan sonra dahi, aksiyona devam ediyor; o pastanın kreması mutlaka çekilecek, o kiraz en üste eklenecek! Bu da yapımı, ajan aksiyonları açısından farklılaşan bir skalanın uzağına düşürüyor. Hele ki esas kötü adam ve uluslararası camiada suçlanan dış düşman, klişenin de klişesi olarak “peh!” dedirtiyor, şaşırtmıyor.

    Nihayetinde, birkaç teknik kusuruna rağmen CGI teknolojisini verimli kullanan, karikatürize ettiği FBI ajanlarını harcasa da Gerard Butler ve Morgan Freeman’dan olabildiği kadar iyi yararlanan -filmin en iyi oyuncusunun da Nick Nolte olduğunu belirtmeden geçmeyelim-, ve seyircisini türüne doyuran bir film karşımızdaki. Yaz vizyonunun kısır ikliminde, meraklısına 2 saatlik kemiksiz bir ‘full-aksiyon’. Başta da dediğimiz gibi üçleme olarak başlamayan üçlemenin en iyi filmi.

    twitter.com/duygukocabayli

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top