“Black Christmas”, senaryosunu da aynı isimli “kült” filmin (1974) 2006’dan sonraki, biraz da serbestçe çalışılmış bir ikinci yeniden yapımı biçiminde kurgulayarak, April Wolfe ile birlikte yazan Sophia Takal’ın yönetmen koltuğunda oturduğu bir korku filmi…
13 Aralık 2019 tarihinde Amerika’da vizyona giren filmin, 3.4 /10 (11.991 oy) ve 2.5/5 (1.000 oy üzeri) olan IMDB ve Rotten Tomatoes izleyici puanı ortalamalarıyla 4.6/10 (109 yorum) ve 49/100 (25 yorum) olan Rotten Tomatoes ve Metacritic yorum ortalamaları ne yazık ki, pek de iç açıcı durmuyor…
Ama biz yine de para kokusu almakta oldukça mahir olan Jason Blum ve şirketi Blumhouse Productions’ın da yapımcıları arasında yer aldığı, 27 günlük bir sürede Yeni Zelanda’da çekilen bu filmi, her zamanki gibi önceliği oyuncu kadrosuna vermek suretiyle bizzat kendimiz mercek altına alarak incelemeye ardından da puanlamaya çalışacağız…
Bunun içinde, 5 milyon dolarlık mütevazı bir bütçeyle çekilen ve 18,5 milyon dolarlık bir hasılat rakamına da ulaşmış olan filme ilişkin ilk tespitimizi, sonrasında da naçizane ilk önerimizi paylaşalım istiyoruz…
Bu bağlamda da işe; karşımızdakinin, 1974 tarihli orijinal versiyonu ile kıyaslanarak ciddi yanılgılara düşülen bir film olduğunu söyleyerek başlayabiliriz…
Neden mi?
Bir düşünsenize, daha ortada korku sinemasında yeni bir devri başlatmış olan ne Michael Myers’lı “Halloween” (1978), ne Jason Voorhees’li “Friday the 13th” (1980) ve ne de Freddy Krueger’li “A Nightmare on Elm Street” (1984) serileri var…
Hele, “Scream” (1996) serisinin genç oyuncularının bir kısmı, (Drew Barrymore – 1975 gibi) ya henüz doğmamış ya da doğmuşsa da (Neve Campbell – 1973 gibi) daha 1 – 2 yaşlarındalar…
Elde bir tek, “The Texas Chain Saw Massacre” (1974) örneği var, o kadar… Fakat söz konusu bu iki filmde, birbirlerinden esinlenmeleri mümkün olamayacak bir biçimde 74 yılının Ekim ayında peş peşe vizyona girmişler…
İşte senaryosunu Roy Moore’un yazıp Bob Clark’ın yönettiği 1974 tarihli “ilk film”, böylesine bakir bir ortamda görücüye çıkmış olan “slasher” türünün özgün ve çığır açıcı örneklerinden biri…
O yüzden, şimdi kalkıp da “Olmamış, zira orijinal senaryoya sadık kalınmamış” veya “Ne gerek vardı feminist mesajlara” türündeki söylemler ile Sophia Takal’ın filmine veryansın etmenin çok da bir anlamı yok…
Hani, burada tartışmayı bir adım daha öteye taşımak adına, istesek:
“Ne yani, ilk filmde olduğu gibi bu filmde de cep telefonu yerine ankesörlü ve masa üstü telefonlar mı kullanılmalıydı?” tarzında bir soruda sorabilirdik…
Ancak gereksiz…
Zira bize göre, eğer filme illa da bir eleştiri yöneltilecekse, bu da ancak (somut örneklerini de ortaya koyarak) günümüz koşulları çerçevesinde kotarılmış slasherlar ile karşılaştırılarak yapılmalı…
Şimdi gelelim filme dair kendi düşüncemize:
Bunun için de duygularımızı, “Lafı çok da uzatmadan, doğrusunu söylemek gerekirse, yakın zamanlarda piyasaya sürülmüş eli yüzü daha düzgün slasherlar da mevcut piyasada” diyerek özetlemek isteriz…
Belki biraz tarzımızın dışında olacak ama tek bir “spoiler vermeden” buraya kadar yazdıklarımızın tamamı, zımnen de olsa ikisini de içerdiği için filme ilişkin hem ilk tespitimiz hem de ilk önerimiz olsun… Ayrımı gönlünüze göre siz kendiniz yaparsınız…
Sonuç olarak, kendi değerlendirme sistemimiz içinde (2’yi az 2,5’i de fazla bulmamıza rağmen) puan olarak da 2,5 verdiğimiz bu film için önerimiz de “siz bilirsiniz” şeklinde olacak…
İzleyeceklere, keyifli seyirler…