Kaybedenler kulübü!
Yazar: Banu BozdemirFatih Akın, bu kez gerçekten de eleştirilerin hedefinde bir film yapmış. Aslına bakarsak bugüne kadar onlarca seri katil hikayesi izledik ama sanırım Altın Eldiven’deki (The Golden Glove) kadar gerçekliğin, kokuşmuşluğun kokusunu bu kadar duyumsamadık. Filmde yaşama sevincine, mutluluğun kırıntısına dair neredeyse bir tek kare yok, dibine kadar kaybetmiş, bunu kabullenmiş ve kabullenişin peşinde sorgusuzca her kapıdan içeri giren kadınlar var. Filmde neredeyse her şey deforme; mekanlar, kadınlar, erkekler, duygular.
Film, 70’li yıllarda Hamburg’da geçiyor, yani daha doğrusu Hamburg’un Altın Eldiven barında ve seri katil Fritz Honka’nın evinde diyebiliriz. Aslında savaş sonrası kendisini ekonomik olarak toplayan bir ülkenin insanlarının üzerine çöken psikolojisini çok iyi resmeden film, bir yandan da iyi bir analiz peşinde ve bunu da başarıyor. Kaybetmişliğin, korkunç resmini seyirciye ayar çekercesine çiziyor! Honka, sakin ama dışarıdan hiç de normal görünen bir tip değil, yani tipine aldanıp peşine takılmak tam bir kaybetmişlik göstergesi. Zaten peşine takılan kadınlar da ‘kaybedecek neyim var’ kıvamında kadınlar.
Film, sınırlı mekanlarda ve benzer şekilde geçmesine rağmen ilgiyle izlettiren bir film. Bir yandan burnunuza ulaştığını düşündüğünüz bir koku etrafınızda dolanıyor, kurbanlara acıyor, katilden nefret ediyorsunuz ama filmin ulaşacağı noktayı da merak ediyorsunuz. Burada Fatih Akın'ın yönetmenlik gücü devreye giriyor işte! Bir kere mekanlar ve mekanlardan taşan duygu çok gerçekçi resmedilmiş. Tiplemeler çok iyi, eğreti duran tek bir kare yok. Filmin içeriği tartışılabilir ki çokça tartışıldı ama yönetmenlik becerisi takdire değer doğrusu!
Hamburglu yazar Heinz Stunk'un aynı adı taşıyan kitabından uyarlanan senaryoda, takınılması gereken tek şey kokunun rahatsız ettiği ama ilgilendirmediği insanlar. Honka’nın evine getirdiği hatta biraz da olsa normal moda geçtiği kadının, ceset kokularını alıp, takılmaması ve kendisine geçici de olsa bir ev bulduğunu düşünmesi gerçekten de acizliği ortaya koyuyor. Alt kattakilerin de olayı basit bir pis komşu olayı görmeleri de biraz sorumsuzluk, biraz iyi niyet olarak algılanabilir ama gürültü ve bağrış çağrışın diğer dairelerde etki uyandırmaması bir nevi başka bir toplumsal kopuş noktası olarak algılanabilir! Zira Honka, merdivenden inerken kendisine korku ve şaşkınlıkla bakan küçük kızı korkutmayı başarıyor! Diğer komşularda da tekin olmayan bir adam izlenimi uyandırdığı aşikar! Ama o kadar…
Seri katil olmanın en ilginç yanı bunu hissettirmemek olsa gerek! Hayatına devam eden, içen, arada cinsel ihtiyaçları için eve yaşı geçmiş kadınları atan Honka, aslında buradayım diye bağırsa da, bulunduğu ortam için de çok da sırıtmıyor, herkesin bir ahrazı, yarası ve kaybetmişliği var. Bu durumda Honka da gayet hızlı yol alıyor. Ama işyerinde çalışan temizlikçi kadına ve bir kere görüp hayallerinin ortasına yerleştirdiği genç kıza farklı duygular hissediyor, en çok da okullu, bisikletli kıza. Ama onu takip etmesi, bir anını yakaladığında ona da sahip olmaya çalışacağı hissi film boyunca hep var! Honka’nın kanında kadınlara sahip olma ve onları öldürme içgüdüsü var. Şansı da bir yere kadar ona yardımcı!
Bu sene Altın Ayı için yarışan filmde Honka’yı oynayan ve makyajla 40 yaşlarındaki Honka’ya tıpatıp benzeye 1996 doğumlu oyuncu Jonas Dassler’i de tebrik etmek lazım, hakkını vermiş.
Film, izlemesi ve hazmı zor ama bir o kadar da başarılı bir film. İyi bir analiz filmi, tüm o korunaklı yapının arka planında kıvranan insanların psikolojisini kurban ve katil olarak tahlil etmesi de kayda değer!
twitter.com/banubozdemir