Hesabım
    Tutsak
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Tutsak

    Müzik, aşk, politika ve pembeleşen hayat

    Yazar: Burçin Aygün

    Dünya tarihi siyasal krizler, yönetenlerin yanlış ve taraflı kararları sonucu acı çeken halklar ve bazen piyon olarak kullanıldıklarını fark etmeyen isyancıların hikayeleri ile doludur. Konu, dönem ve katılımcılar ne kadar değişik olursa olsun, kazanan taraf genellikle güçlü konumdakiler olur. Haklı olmanız bir şeyi değiştirmez, eğer yeterince kararlı ve bir o kadar da şanslı değilseniz kaybeden taraf olarak bulursunuz kendinizi. Güncel siyasal gelişmelere bakmak bile bu acı gerçekliği görmek için yeterli gelecektir. Sanatın bu kaos içindek yeri, bazı zamanlar unutulmayacak anılar yaratmak ve dikkat çekmek, bazen ciddi eleştiriler getirmek ya da bağımsız gözlerle durumu irdelemek için motivasyon sağlamak olur. Çok satan bir romandan uyarlanan Tutsak tam da bu konumda yer almak için uğraşan bir film.

    Amerikan Pastası ile sektöre hızlı bir giriş yapan, daha sonraki projeleriyle sadece bir komedi filmi yönetmeni değil, farklı türlerde de iyi iş çıkartabildiğini göstermek isteyen Paul Weitz'in başına geçtiği Tutsak, bu tema üzerinden ilerleyen, tökezlese de seyri keyifli bir yapım. Ann Patchett'in Bel Canto adlı romanından elden geldiğince metne sadık kalarak perdeye aktarılan filmin kadrosu ise yıldızlar geçidi gibi. En başta gelen iki isim bol ödüllü Julianne Moore ve Ken Watanabe. Başarılı bir roman, dikkat çekici bir hikaye, kaliteli oyuncular. Yani elimizdeki malzeme, ortaya sağlam bir yemek çıkartmak için yeterli gibi. Sadece atıştırmalık değil, başından kalktığınızda tıka basa doyurabilecek bir sofra.

    Peru dolayları, sene 1996 ve hükemet ile halk ciddi bir anlaşmazlık içinde. Vatandaşların içinden çıkan isyancı bir grup olayların seyrini değiştirmek istiyor. Bu arada Amerikalı bir opera sanatçısı, ünlü diva Roxane (Julianne Moore), devlet başkanının önünde özel bir performans sergilemek için yola çıkıyor. Çok istekli olmasa da kendisi için dolaylı motivasyonlar bulan kadın, çok büyük hayranı olan Japon iş adamı Katsumi (Ken Wantanbe)'de büyük heyecan yaratıyor. O kadar ki, iptali düşünen kadının gelmesini sağlayan isim oluyor Katsumi. Gösteri başlıyor, Roxane sahne alıp şarkı söylemeye devam ederken bulundukları bina teröristler tarafından basılıyor. Başlarında Benjamin (Tenoch Huerta)'in bulunduğu isyancı grup, devlet başkanını rehin almak istiyor ancak adamın oraya gelmekten vazgeçtiğini, planlarının boşa çıkabileceğini görüyor. Buradaki konukları esir alan isyancılar, istekleri yerine getirilmezse kan döküleceğini söylüyor, bina askerler tarafından kuşatılıyor, günler günleri kovalıyor. Roxane'e hayran olan Katsumi, tercümamı Gen (Ryo Kase) vasıtasıyla iletişim kursa da daha sonra müziğin de desteğiyle dile çok da fazla ihtiyaç olmayabileceğini fark ediyor. Keza Gen, isyancılar arasındaki eğitimsiz bir kız olan Carmen (Maria Mercedes Coroy)'le yakınlaşarak, benzer bir sürece giriyor.

    Hikaye bildiğimiz Stockholm Sendromu örneklerinden biri gibi başlasa da, tüm çatışmaların, acıların ve gelecek kaygısının ortasında dengeyi sağlayan, hatta yerine göre çözüme dönüşen şey müzik oluyor. Misafirler ve isyancılar arasında doğal düşmanlık ilişkisi, zamanın ve müziğin etkisiyle yerini empatiye bırakıyor. Umursamaz görünebilen diva, başka bir dünyanın gerçekliğini fark ederken, Katsumi ile birlikte lisan olmadan değişik bir iletişim de kuruyor. Sadece içinde bulunduğu şartlar değil, bu şartların nedenlerini, terörist dedikleri insanların korku ve ümitlerinin de gerçekliğini görüyor. Aynı şey Benjamin ve arkadaşları için de geçerli. Ukala ve vurdumduymaz diye bildikleri bazılarının kendilerini şaşırtabileceğini öğreniyor. Hepsini sağlayan şey tekrar sanat oluyor.

    Yapım bu dramatik hikayede elden geldiği kadar karakter analizi yapmaya gayret etmiş, odağına müziği koyarak bunun üzerinden çözümleme yapmaya uğraşmış. Birkaç karakter etrafında dönmediğini, Fransız Büyükelçi Simon Thibault (Christopher Lambert) ve Rusya Ticaret Bakanı Victor Fyorodov (Aleksander Krupa) gibi büyük adamların da dahil olduğu komplike bir karakter ağından beslendiğini göstermek istiyor. Ancak Lambert gibi kaliteli oyuncuların sadece kenarda köşede kalacak birer süse dönüştüğünü görüyorsunuz. Yönetmen Weitz'in de imzasını taşıyan senaryo maalesef ki detaylardan uzaklaşmış, sanatın birleştirici gücü derken gerçekçiliği yitirip, saf dramı adeta bir dramatik pembe dizi kıvamına getirmiş. İnsani duygular o kadar öne çıkıyor ki, araya giren ve gerilimi yükselten aksiyon sahneleri bile işin ciddiyetinin altını çizmeye yeterli gelemiyor.

    Neticede başarılı bir romandan uyarlanmış, güçlü bir oyuncu kadrosuna sahip, yüreğinize de dokunan ama yeteri kadar çarpıcı, akılda kalmakta yetersiz bir seyirlik var vizyonda. Politika - dram ve aşk derken, biraz melodramaya kaçmış bir proje.

    burcinaygun@gmail.com

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top