Benim aklımla oynama!
Yazar: Duygu KocabaylıoğluHafızanıza ne kadar güveniyorsunuz? Kimisi Kayıp Balık Nemo gibi dün tanıştığı bir kişinin adını ertesi gün hatırlamaz; kimisi 3 yaşındaki anılarını hatırlamakla övünür... Bir muammalı soru daha: neden ve nasıl anılarımızı unutmaya başlarız? Sadece ağır travmalara yol açanları değil, zamanında içimizi pır pır ettiren, hayatımızın o en güzel, en unutulmaz anı zannettiğimiz hatıralar dahi, birer birer silinir zihinden...
Velhasıl sıradan insanın zihin ile olan karmaşık ilişkisi böyleyken, Hollywood sineması da hafıza oyunlarına dair filmleri pek seviyor malumunuz. İster Akıl Defteri (2000) gibi modern klasikler arasında olan “kısa süreli hafıza kaybı” odaklı gerilimler olsun, ister Başlangıç (2010) gibi “zihne yeni bir fikir ekme” temalı rüyalar alemine sürüklendiğimiz bilim-kurgusal maceralar olsun, zihnimizin sınırlarını nereye kadar zorlayabileceğimizi beyazperdede seyretmek, sinematografik heyecanımızı her daim diri tutan bir malzeme.
Bu hafta bilimkurgu-dramı kontenjanıyla vizyona giren Hafıza (Rememory) filminin senaryosu, bir bilimadamının çığır açabilecek icadını ve akabindeki şaibeli ölümünü merkezine alırken, sinema seyircisinin merakını da hafızanın sınırları açısından kamçılıyor. Zihnin sınırları ve ona ne kadar müdahale edebileceğimizin sorgusu aslında senaryonun da bel kemiğini oluşturuyor. Zira şaibeli biçimde hayatını kaybeden bilimadamı Gordon Dunn’dan (Martin Donovan) geriye kalan soru işaretlerini çözmeyi kendisine görev edinen Sam Bloom (Peter Dinklage) da, kendi zihnine dair izlerin ve cevapların peşine düşüyor. Bir yandan Dunn’ın yalnız kalan eşi Carolyn ile irtibata geçen Bloom, diğer yandan Dunn’ın şirketinin fellik fellik aradığı icat ile zihin oyunları oynuyor. Baş karakter Sam Bloom’un peşinden cinayet şaibesini çözmeye çalışan seyirci, bir süre sonra Dunn’ın ölümünden ziyade Bloom’un karıştırdığı ‘teranelere’ odaklanıyor; anlıyoruz ki bu küçük adam o kadar da masum değil!
Oyunculuk geçmişi 1990’ların başında başlamasına rağmen, seyircilerin büyük çoğunluğunun Game of Thrones’un Tyrion Lannister’ı olarak tanıdığı Peter Dinklage’ın yetkin bir oyunculuk ortaya koyduğunu ifade edebiliriz; ama öte yandan sürprizli Bloom’un Tyrion kadar derinlik ya da entrika barındırmadığını da eklemek gerek. Belki de Dinklage’ın fiziksel görünümünün Tyrion karakterine katkısını ve o karakteri senaryonun akışı açısından nasıl şekillendirdiğini bildiğimiz için ister istemez böyle bir karşılaştırmayı gidiyor aklımız. Bir diğer yandan bu yapımın oyunculuklar (ve pek tabii tanıtım/pazarlama) açısından göze çarpan noktası 2016’da hayatını kaybeden genç oyuncu Anton Yelchin’in rol aldığı son film olması. Filmde sınırlı ama kilit bir rolü olan Yelchin’in karakteri, bilimadamı Dunn’ın da kendi biliminin etiğini sorgulamasına yol açıyor.
Gerilim dozunu yaklaşık iki saatlik süresine dengeli biçimde yediren film, ritim açısından yer yer düşüşe geçse de, finaline dek sıkmadan kendisini seyrettirmeyi başarıyor. Bir ‘Sil Baştan’ ya da Limitless değil belki ama hafızalarımızı sorgulatması açısından seyretmeye değer.
twitter.com/duygukocabayli