Sevgi Neydi? Sevgi, Sahip Olmaktı!
Yazar: Başak Bıçakİlk uzun metrajı Boogie Nights’tan (1997) bu yana kendine özgü sinematik bir dil yaratan ve her filminde giderek zenginleşen -her ne kadar Master ve Inherent Vice’ta bir parça duraklama dönemine girmiş olsa da- bir üslupla karşımıza çıkan Paul Thomas Anderson, sinemasal yolculuğunun ikinci zirvesine nihayet ulaşıyor. Phantom Thread, yönetmenin There Will Be Blood’dan (2007) bu yana çektiği en iyi film olmakla birlikte, oyunculuğu bıraktığını açıklayan Daniel Day-Lewis’in de kariyerinin görkemli jübilesine dönüşüyor…
2008 yılının Oscar’larına There Will Be Blood ile toplamda 8 dalda aday olan ve geceden, En İyi Görüntü Yönetimi ve Erkek Oyuncu (Daniel Day-Lewis) ödülleriyle ayrılan Paul Thomas Anderson, on yıl sonra yeniden aynı oyuncuyla ve en az TWBB’taki kadar müthiş bir işçilikle karşımıza çıktı… Yılın en iyileri arasına girmesine rağmen yalnızca Kostüm Tasarımı ödülü ile yetinmek zorunda kalan Phantom Thread, biraz The Shape of Water’ın göz boyayan reklamı ve politik meselesi, biraz da hikâyesinin durağan üslubu sebebiyle bu senenin talihsiz yapımlarından biri haline geldi. Fakat hepsinden öte Phantom Thread’in şanssızlığı, sıra dışı öyküsünün seyirciye yeterince geçememiş olmasından ileri geliyordu ki bunun sebebi, filmin ana karakterleri olan Reynolds Woodcock (Daniel Day-Lewis) ile Alma’nın (Vicky Krieps) daha önce hiç şahit olmadığımız türden bir aşk ilişkisine sahip olmalarıydı… Aşkın insan bedeni üzerinde yarattığına inandığımız tuhaf kimyasal değişimle özetlenebilecek bu dönüşüm, cinselliğin ve erotizmin çok ötesinde bir sahiplenme güdüsünü beraberinde getirerek, Reynolds ve Alma arasındaki etkileşimin ana kaynağını oluşturuyor ve psikolojik açıdan “sorunlu” sayılabilecek bir egemenlik savaşını da beraberinde getiriyordu.
1950’li yılların Londra’sında, tamamen sıradanmış gibi görünen bir lüks hayatın içerisinde geçen bu “kusurlu bağımlılık” hali, genel hatlarıyla, işini tutkuyla yapan ünlü terzi Reynolds Woodcock ile garsonluk yapan genç bir kadının hikâyesine odaklanıyor. Nitekim filmin açılış sekansı, daha sonra Alma olduğunu öğreneceğimiz bir kadının dingin konuşmasıyla başlıyor: “Reynolds hayallerimi gerçek kıldı. Ben de karşılığında ona en çok arzuladığı şey verdim. Her bir zerremi…”
Filmin ve ana karakterlerinin psikolojik yapılarını çözümlemeye yarayan bu cümle sonrasında Reynolds’ın gündelik yaşamıyla tanışıyor ve onun kadınlarla olan ilişki biçimine tanıklık ediyoruz. Hiç evlenmemiş, kadınları ciddiye almayan, mesafeli ve donuk bir kişilik yapısına sahip Reynolds’ın kız kardeşi Cyril (Lesley Manville) de, kendisiyle benzer bir karakter yapısına sahip ve baba figürünün olmadığı bir ortamda baskın hale gelen annenin gücü karşısında, içerisinde her ikisi de zayıf fakat dışarıda katı bir görünüm sergiliyorlar.
Reynolds’ın, Alma ile karşılaşmasından hemen sonra ise yine aynı karakterin Freudyen okumaya elverişli “anne takıntısını” fark ediyoruz ki Reynolds ile Alma’nın ilk akşam yemeklerinde konuştukları konu da bunu bize kanıtlar nitelikte... Karakterin, kendisine işini öğreten annesine olan sevgisi, filmin ilerleyen dakikalarında Alma ile olan aşkının temellerini de inşa ediyor ve film bu sebeple aslen, bir cinsiyetler arası iktidar mücadelesine dönüşüyor. Ancak Alma’nın yapısal olarak gözlemlemeye açık oluşu, Reynolds’ın annesiyle olan bağını fark etmesi ve sevdiği adama sahip olma güdüsünü, onu yine çocukluğuna döndürerek tatmin etmeye çalışmasıyla film bambaşka bir boyut kazanıyor. Bir erkek çocuğunun annesiyle olan karşılıksız sevgi alışverişi ve ona olan hayranlığı, esas itibariyle en zayıf ve güçsüz hissettiği anda, hasta olduğunda ortaya çıkar (ki Reynolds’ın hasta olduğunda annesinin hayalini görmesi bunun bir nedeni) ve Alma da bunun bilinciyle hareket ederek Reynolds’ı, kendi deyimiyle ve yöntemleriyle “yola getiriyor”. Bu noktadan itibaren, basitçe olsa da, Stockholm Sendromuyla da tanımlanabilecek bu ilişki biçimi, aşkın hastalık yapısını, insan kimyası üzerindeki göz alıcı değişimini ve âşık olan kişinin, yeri geldiğinde “celladını” sevebilmesini yalın bir anlatımla seyirciye aktarıyor.
Pek çok kişiye, doğal olarak, hastalıklı görünebilecek bu ilişki yapıları Phantom Thread’i orijinal kılan ve enfes kadrajlar, etkileyici bir sinematografi, çarpıcı kostüm tasarımı ve daha ziyade klasik müziğin notalarının eşlik ettiği planlarla birleştirince leziz bir filme dönüştürüyor. Her açıdan kusursuz kabul edilebilecek oyuncu performanslarının yanında –Daniel Day-Lewis ve Lesley Manville’in Oscar adaylığı elbette boşuna değil- hiç alışık olmadığımız türden bir öyküyü, olabilecek en zengin sinema üslubuyla anlatmayı başaran Phantom Thread, yılın en iyilerinden biri olmayı, kolaylıkla başarıyor.
Özetle Phantom Thread, yukarıda da işaret ettiğim üzere, Paul Thomas Anderson’ın en duru ancak bir o kadar da gösterişli filmlerden biri… Daha önce hiç şahit olmadığınız bir evlilik portresine hazır olun…
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak