“Bir Devlet Adamının Portresi”
Yazar: Başak BıçakDünya tarihi, kendisini şekillendirmeye çalışmış devlet adamları ve liderlerle doludur… Fakat pek azı, bir Başbakan sıfatıyla Winston Churchill’in 20. yüzyılda bıraktığı etkiye sahip olabildi. İyi ya da kötü, İki Dünya Savaşı’nın tam ortasında, “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğun” başındaki isim Winston Churchill, modern tarihin gördüğü en güçlü tarihsel figürlerden biriydi…
2015 yılı, Britanya’nın gördüğü en güçlü Başbakanlarından Winston Churchill’in ölümünün 50. yılıydı ve Churchill’i anma etkinlikleri, onun “tüm zamanların en büyük Britanyalılarından biri” olarak ilan edilmesiyle sınırlı kalmadı; iki film projesi birbirinin peşi sıra geldi. Bu filmlerden biri olan Churchill, politikacının- bilhassa dönemin sonunda- en güçlü olduğu İkinci Dünya Savaşı sürecini merkezine alıyor ve genel hatlarıyla Normandiya çıkarmasından, ya da nam-ı diğer Overlord harekâtından birkaç gün öncesinde, dönemin müttefik devletleri arasında geçen diplomasi sürecini ekseninde esas olarak, Churchill’in konu hakkındaki endişeleri üzerine yoğunlaşıyor. Zira Birinci Dünya Savaşı sırasında, Başbakanlığının birinci döneminde olan ve gücünü etkin bir biçimde kullanan Churchill, hatalı bir kararla müttefik güçlerini Çanakkale Boğazını geçmeye zorlamıştı. Rusya’ya yapılması gereken yardım için, Boğazı kolaylıkla geçebileceğini düşünen ve böylelikle Osmanlı Devleti’ni de savaş dışı bırakacağına inanan Churchill’in planı teoride harika görünürken, pratikte bambaşka bir şekilde sonuçlandı ve Churchill, savaş sonunda muhaliflerinin baskısıyla görevinden çekilmeye zorlandı. Uzun yıllar, Çanakkale’de yaşanan kıyımın sorumlusu olarak tutulan politikacının yeni bir felakete neden olma endişesi işte tüm filme sirayet eden en güçlü duygu olarak karşımıza çıkıyor.
Öyle ki, başlangıç sekansında bir deniz kıyısında gördüğümüz Churchill, kana bulanmış dalgalara bakarken bir anda suya şapkasını düşürüyor. Hemen ardından ekran siyah beyaz oluyor ve kıyıya vurmuş cesetlerle Churchill, bir savaş meydanının ortasında yürümeye başlıyor. Bu sekans Winston Churchill’in, salt Birinci Dünya Savaşındaki günahlarının ve kana bulanan siyasi geçmişinin bir ifadesi olarak kabul edilebilir fakat hayalle gerçek arasında geçen kısacık zaman dilimi, Başbakanın İkinci Dünya Savaşı süresince yaşadığı korkuların filmi şekillendireceğinin habercisi olduğunu da söyleyebiliriz.
Ancak bu durum, filmin gereğinden fazla Churchill güzellemesine imkân tanıdığı fikrini edinmemize yol açıyor ve final sekansı da yine aynı amaca hizmet ediyor. Film boyunca alabildiğine iyimser ve bazı noktalarda “naif” kabul edilebilecek bir portre çizen Churchill’in, Normandiya çıkarmasının olası bir felaketle sonuçlanması noktasında faturanın kendisine çıkarılmasından korktuğunu görüyoruz. Fakat bu endişenin, yalnızca dünya halklarının çok iyi bildiği bir tarihi olaya yönelik olması bir parça samimiyetsiz durabiliyor. Zira İngiliz sömürgelerinde yaşanan katliamların müsebbibi olarak kabul edilen bir devlet adamının, Normandiya için “fazlaca endişelenmesi”, bu olayın ancak ve ancak dünyanın gözü önünde gerçekleşmesiyle ve siyasi kariyerinin kaderini belirleyecek olmasıyla açıklanabilir; salt “iyi niyetle” değil.
Siyasi bir portre olarak değerlendirdiğimizde, karşımıza müthiş zekâsı ve hitabet gücüyle dünyayı tarihini şekillendirmiş, iki büyük savaş döneminde uluslararası siyaseti domine etmiş; Ortadoğu ve Afrika sınırlarını keyfekeder cetvelle çizerken, “Churchill hıçkırığı” olarak tabir edilen üçgenlerle ülkelerin sınırlarını belirlemiş; “Demir Perde” konuşmasıyla modern tarihin en önemli süreçlerinden birini tanımlamış bir devlet adamı çıkıyor ve buna rağmen film, (her ne kadar güzellemeye fırsat verse de) Churchill’i göklere çıkarmadan, ona methiyeler düzmeden hikâyesini olabildiğince samimi bir biçimde anlatmayı tercih ediyor ve doğal bir biyografik kesit sunuyor.
Sinema perdesinde pek çok kez gördüğümüz, son olarak The Crown dizisinde John Lithgow’un oyunculuğuyla izlediğimiz Winston Churchill’e bu kez Brian Cox hayat veriyor ve karşılaştığımız en iyi Churchill imajlarından birini çizerek etkileyici bir siyasi portre yorumu armağan ediyor.
Yönetmen koltuğunda oturan Jonathan Teplitzky’nin, durağan bir anlatımı tercih ettiği ve daha çok diplomasiden hoşlananların sevebileceği bu biyografik film, 20. yüzyıla damga vurmuş en önemli şahsiyetlerden birini daha yakından tanımak isteyenler için…
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak