Seni hep seveceğiz Whitney!
Yazar: Duygu Kocabaylıoğlu2018’in sonuna doğru yaklaşırken Ekim ve Kasım ayları müziksever sinefilleri oldukça mesut etti; vizyonda arabeskinden rockına hangi müzik türünü ararsanız var! Oscar’ların şimdiden favorisi olan Bir Yıldız Doğuyor ile başlayan bu rüzgar ülkemizden Müslüm Baba ile iyice hızlandı ve Bohemian Rhapsody ile zirveye çıktı. Bu hafta vizyona giren Whitney ve gelecek haftalardan göz kırpan Yaz (Leto), Yeşil Rehber (Green Book) filmleriyle beyazperdede müziğe doymuş olarak 2018’i kapatacağız. Tüm bu furyanın içinde, 2018 Cannes Film Festivali’nde resmi seçkide yer alıp yarışma dışı olarak gösterilen Kevin Macdonald imzalı Whitney, 2012’de uyuşturucu koması sonucu hayatını kaybeden Amerikan pop müziğinin güçlü ismi Whitney Houston’a mümkün mertebe tarafsız yaklaşmaya çalışan biyografik bir yapım.
Mayıs ayında Cannes’da tereddütle (2015 tarihli Amy’yi pek beğenmeyenlerdenim) basın koltuğuna oturduğumda, kafamdaki tek güvence filmin yönetmen hanesinde Kevin Macdonald isminin yer almasıydı. Gençler için hemen hafıza tazeleyelim: kendisi İskoçya’nın Son Kralı (2006) ve Devlet Oyunları (2009) gibi kurgu filmleriyle hatırlansa da bir kısmının yapımcılığını da üstlendiği yirmiye yakın belgesele imza atmış bir sinemacı. 2012 tarihli (ve benim oldukça sevdiğim) Bob Marley belgeseli olan Marley de ülkemizde vizyon şansı bulmuştu.
Giriş paragrafında da belirttiğimiz gibi biyografik bir belgesele gerçeklere müdahale etmeden, tarafsız bir rejiyle yaklaşabilmek belki de bu türün belkemiği. Bunu yaparken de konuşan kafaların gidip geldiği değil, seyirci ilgisini perdede tutacak sinemasal bir akışın da yakalanması çok kıymetli. Marley filminde bunu layıkıyla yerine getiren Macdonald, Whitney’de de sadece hayranlarını değil sinemaseverleri de hayal kırıklığına uğratmayacak bir film ortaya koyuyor. İçine doğduğu aileden başlayan öz yaşam öyküsünün paralelinde aslında Whitney’den önce annesini, kardeşlerini ve sosyal ortamını tanıyoruz. Houston’ın yaşamını epizodlar akışıyla anlatmayı tercih eden Macdonald 20 yüzyılın işittiği bu en güçlü seslerden birine mikrofonu devrediyor ve basında/sosyal medyada ‘spoiler’lara kurban giden final haricinde, kurgudaki zaman akışına sınırlı ölçüde müdahale ediyor.
Röportajlar açısından Whitney’in kardeşleri başta olmak üzere en çok yakın çevresini konuşturuyor yönetmen. Örneğin Whitney’in kilise korosu yıllarından başlayan ergenlik ve gençlik dönemi oldukça masumane bir bakışla ilerliyor. Akabinde yıldızının parladığı, konserden konsere koşup şöhreti tattığı günlerdeki ‘alemlerine’ dair soruları cevaplarken, sözüm ona ona göz kulak olan kardeşleri, yönetmenin apaçık tuzağına düşüyor! Film, "duyduğunuz üzere kadını göz göre göre ölüme göndermişler" önermesini seyircinin önüne fırlatıyor adeta.
1992’de Bodyguard filmiyle rekorlar kırmış bir pop ikonunun, ipin ucu (hem kendisi hem çevresindeki uyuşturucu dozajı) kaçınca tepetaklak oluşunu; önce sesini, ardından kariyerini yitirişini izliyoruz Whitney’de. Film, sahnede cızırdayan sesiyle yuhalandığı 2010 dünya turnesi sonrası 2012’de çektiği ve yapımcı olarak cebinden para da koyduğu Sparkle filminin, Whitney’in yaşama tutunduğu son dal olmasının, hayranları dahil hiç kimsenin tam olarak idrak edemediğini dile getirerek bizlere de sağlam bir tokat sallıyor.
Belgesel, Houston’ın konser, tv gibi farklı mecralardaki kayıtlarının derli toplu aktarıldığı başarılı bir arşiv çalışması ve kulaklarımızda “I Will Always Love You” baladı ile yer eden efsane günlerin hatırına da seyredilmeyi hak ediyor… Whitney hayranları için ağlama garantili.
twitter.com/duygukocabayli