George A. Romero'nun Anısına…
Yazar: Fatih Yürürİlk olarak geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin “Yarışma Dışı” kategorisinde gece yarısı seçkisi dahilinde izleyiciyle buluşan Zombi Ekspresi; kısa süre içerisinde son yılların en çok merak edilen yapımları arasına adını kalın kalın yazdırmayı başardı. Peki “Her şeyin bir miktar da Güney Kore usulü mübahtır” dedirten bu sıfır kilometre zombi karnavalı gerçekten de abartıldığı kadar iyi mi dersiniz?
Bong Joon-ho’nun kamera arkasına geçtiği 2006 tarihli The Host; ülke sinemasının, canavar filmi konseptini rahatlıkla yayabilmesi ve politik alt metinler açısından da oldukça zengin bir tür filmi örneği ortaya koyması açısından kritik bir önem taşıyordu. Daha ziyade vurucu animasyon filmleri ve akıllara kazınan çizgi dışı karakterleri resmetme konusundaki başarısıyla adından söz ettiren Yeon Sang-ho da aslında aşağı yukarı benzer kabul edebileceğimiz dokunuşu Zombi Ekspresi filmine yapıyor. Türün geleneklerine saygıda kusur etmeden, nefes açıcı kabul edilebilecek ufak dokunuşların da desteğiyle, seyir zevki garantili, doludizgin bir salgın filmine imza atıyor.
Peki zaten patenti batıya ait olan bir tür filmi olan Zombi Ekspresi’nin, özellikle türü sevenlerin gündemini bu kadar uzun süre işgal etmesinin sebebi nedir dersiniz? Ülkemize uzun süreli bir rötarın ardından uğrayan film; hiç kuşkusuz, normların forsuyla birey üzerinde tahakküm kurmaya çalışan yönetenler ve kişisel çıkar ve çatışmaları bir kenara bırakarak birlik olmayı başarabilen yönetenler tezatına yaklaşımı açısından oldukça değerli kabul edilebilir. Bu bakımda salt “Kore işi zombi filmi” etiketinden biraz daha fazlasını hak ettiğini söylemek hiç de yanlış olmaz. Nitekim Sang-ho’nun kalabalık zombi çeşnisi, Romero’nun oldukça zengin hicivlerinden de, Boyle’un türe getirdiği dinamizmden de dengeli oranda pek çok şey ödünç almayı ihmal etmiyor. Batı sinemasında bir şekilde halkası kopan takım çalışmasının dirayeti ve direncini ön plana alırken anlatı diline eklemlediği samimiyet de cabası….
Filmin güç kaynaklarından bir diğeri ise hiç kuşkusuz dramatik anlamda oldukça vurucu “an” lara ev sahipliği yapma konusundaki bonkörlüğü. Bu açıdan da en kaba biçimde emsali olarak adı geçen Snowpiercer, 28 Gün Sonra ve Dünya Savaşı Z gibi örneklerin arasına da kendine has bir dramatik hazineyi de ceplerine tıkıştırarak yerleşmeyi başarıyor. Öykünün merkezine yerleştirilen karakterlerin motivasyonu konusunda da emsal prototipleri kopyalamaktan çekinmeyen Sang-ho; bir şekilde izleyici ve karakterler arasındaki bağın dokusunu organik hale getirmeyi de başarıyor.
Zombi Ekspresi’nin, bir figür olarak zombi konseptine yaklaşımı da ağırlıklı olarak Dünya Savaşı Z gibisinden yeni nesil dinamik ve abartılı örnekleri andırmakla birlikte, zombilerin hararetli ve hareketli yapılarının; tıpkı Romero’nun Ölüler Ülkesi filminde yürüyen ölülere liderlik eden siyahi oymak beyi Big Daddy karakterinin hegemonyası altındaki zombileri de andırdığını söyleyebiliriz. Sang-ho, yine kendi imzasını taşıyan ve salgın sürecini farklı bir perspektifle servis eden Seul İstasyonu adlı animasyon filmiyle de güzelce harç ettiği kendine has bir öykü evreni inşa etmeyi başarmış nihayetinde! Özetle, ortaya çıkan mahsul; batılı ağabeylerinde olduğu gibi, iktidar mücadelesinden, zenofobiye; şahsi menfaatlerine kapılıp gözü dönenlerden, zaman zaman sinir bozucu bir hale gelen birlik ve beraberlik vurgusuna kadar, parmağını dokundurduğu tüm klişeleri, başarılı bir biçimde işlevsel hale getirilmiş.
Sang-ho’nun pek çok değme blockbustera, zengin zombi çeşitlemelerine taş çıkarabilecek böyle bir filmi 8,5 milyon dolar gibisinden komik sayılabilecek bir maliyetle sinema salonlarına taşıması da esgeçilebilir cinsten bir detay değil. Bütün bunlarla birlikte, duygusal yüküne rağmen doludizgin bir tür örneği olmaktan da geri durmayan bir salgın öyküsü duruyor karşımızda! Vizyondaki rötara rağmen keşif ve tekrar keşif değeri etkisinden hiçbir şey yitirmemiştir desek yeridir.