Hesabım
    Berlin Sendromu
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,0
    Yetersiz
    Berlin Sendromu

    Kendini ‘aşırı’ ciddiye alıyor

    Yazar: Fırat Ataç

    Gerilim sinemasının ‘her gördüğünüz güzel yüze aldanmayın’ ezberi, özellikle ‘ne olduğunu bile anlamadan kendini özgürlüğünden mahrum bulma’ noktasının en temel çıkış noktalarından biri. Süregelişi tüm hızla devam eden kaçırma ve tek mekana hapsetme filmlerinin yeni halkası Berlin Syndrome, yabancı biriyle tanışıp keyifli vakit geçirmeyi  ya da ertesi güne ayarlananabilecek bir randevuyu iki kere düşünmemiz gerektiğini salık veriyor. Yine, yeni, yeniden…

    Tek ve ‘muhtemel’ büyük farklılık kameranın arkasında kadın bir yönetmen olması. 2004’te Somersault, 2012’de ise Lore ile kadın merkezli hikayeler anlatıp olumlu eleştiriler alan Cate Shortland, Melanie Joosten’in aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı filmde sırtındaki çantayla Berlin sokaklarında salınan Avustralyalı turist Clare’in peşine takıyor bizi. Yolda karşıdan karşıya geçerken tanıştığı Andi ile arasında oluşan çekim, Before Sunrise-vari tatta başlayıp tutkulu bir sevişmeyle sona eriyor.

    Clare’in yaşadığı tatil romantizmi Andi’nin evinde kilitli olduğunu farketmesiyle ‘tatil kabusu’na evriliyor. Akşam işten eve döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi davranan bir adamın evinde hapis olduğu, sonlanacağı gün konusunda umut vaat etmeyen bir kabus…

    Minimal anlatımı ve görsel tercihleriyle ana akım gerilim sinemasından bir çırpıda sıyrılan Shortland, yakın akrabalık kurabileceğimiz Room’daki kurbana bağımlı akışı, hem kaçırılan hem kaçırana aynı ilgiyi göstererek elden geçiriyor. Bu durum evin içindeki anksiyeteye dayalı tansiyon yükselişlerinin, Andi’nin dışarıdaki hayatıyla kesintiye uğraması demek. İngilizce öğretmenliği yapan Andi, öğrencileri tarafından sevilen ve yalnız yaşayan babasıyla ilişkisini iyi tutmaya çalışan bir karakter olarak sunuluyor. Bir nevi ‘dışarıdan görünüşü oldukça normal’ bir psikopattan bahsediyoruz ki tür için fazlasıyla alışıldık bir kalıp bu.

    Sahip olduğu takıntılar ve hiçbir zaman açıklanmayan ‘anne problemleri’ karakterin gündelik hayatına merak kesilmemiz için yeterli doneyi barındırmıyor. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, tek mekan geriliminden zevk almanın yollarını aramak. Bu noktada da ilişkinin tanıdıklığı olumsuz bir etken olarak göze çarpıyor. ‘Clare’in durumunda olsak ne yapardık?’ sorusuna verebileceğimiz yanıtlar, o durumda olmadığımız için herhangi bir geçerlilik teşkil etmiyor ki yalnızca durum değil karakterin psikolojik geçmişini de göz önünde bulundurmamız gerek.

    Kendisini ilk gördüğümüz andan itibaren yediği tırnakları, az konuşması ve tıpkı Andi gibi ‘hiçbir zaman açıklanmayan’ tek başına seyahate çıkma motivasyonuyla Clare, çekingen bir tip. Bu çekingenlik, esaretten kurtulmaya çalıştığı anlara tesir ediyor. Esere adını verdiği su götürmez bir gerçek olan Stockholm sendromunun belirtileri alttan alta kendini gösterse de Clare’in kurtulmak istediğine dair bir şüphemiz yok. Cate Shortland, Berlin ile Stockholm’u metaforik bir anlatının tamamlayıcıları haline getirmiyor. Peki, ne anlatmak istiyor?

    Açık bir politik söylem kullanılmasa da ‘biraz ondan biraz bundan’ gibi bir durum var ortada. Kadının bedeni/aklı üzerinde otokrasi kurmaya çalışan erkek imgesinin varlığı feminist okumalara mahal verebilecek bir düzleme varmıyor mesela. Berlin’in bir şehir olarak geçirdiği travmalarla kurulan paralellikler de havada kalıyor. Andi, kendi kişisel diktatörlüğünü mü kurma peşinde yoksa alelade bir sapık mı? Tüm kendini ciddiye alma halleri içerisinde sorular yanıtsız kalıyor. Elde kalan ise ‘eve hapsedilmiş kadın ve ona şiddet gösteren erkek’ hikayesinin, bir kadının ellerinde istismar filmi olmaktan çıkabildiğini görmek…

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top