Hesabım
    Savaştan Sonra
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Savaştan Sonra

    Oscar Mönüsünde Bu Hafta: Mudbound

    Yazar: Başak Bıçak

    Sinemayı ve sektörel gelişmeleri, ödülleri, festivalleri takip eden herkes, aşağı yukarı “Oscar filmleri” tanımına aşinadır. Gündeme göre şekillenmiş, belirli formüllerle hazırlanmış, dışarıdan bakıldığında neredeyse hiçbir kusuru bulunmayan, meramını doğru ifade eden, izlendiğinde “o an için” etkileyen ancak ödüller dağıtıldıktan sonra bir daha hiç hatırlanmayan yapımlardır bunlar… Tanıştırayım; yeni Oscar filmimiz Mudbound

    Son birkaç yıldır sinema sektöründe çok enteresan olaylara tanıklık ediyoruz… Kısa bir süre önce ortaya çıkan Harvey Weinstein skandalı hala yankı bulmaya ve ödül törenlerinde konuşulmaya devam ederken, siyahileri aday göstermekten kaçınan Akademi’nin eleştirilmesinden sonra başlayan ve “film yapma” halini büyük oranda etkileyen pozitif ayrımcılık arzusu, bilhassa son iki yıldır aday ve ödül dağılımını etkilemeye başladı. Bir yandan yüzyıllarca insan muamelesi dahi görmeyen siyahilerin bu denli öne çıkarılmasına hepimiz içten içe seviniyor ve onlar adına mutlu oluyoruz. Ancak bahsi geçen şeyin politika değil sanat olması, geldiğimiz noktada, Akademi’nin yıllardır politik kaygılarla yaptığı seçimler konusunda hepimizi düşünmeye zorluyor. Geçtiğimiz yıl farklı dallarda aday gösterilen "Fences", "Loving" gibi filmlerin yarıştırılmasının ve çok daha iyileri dururken Moonlight’ın En İyi Filmi almasının sinema adına hiçbir olumlu katkısı olmadığı gibi bu yıl da benzer bir durumla karşı karşıyayız. Eleştirmenler tarafından övgülere boğulan ve hatta önce Golden Globe’da Komedi/Müzikal dalında(!); ardından da Oscar’da En İyi Film dalında adaylık hakkı verilen "Get Out", bana göre korku/gerilim türü için orijinal “sayılabilecek” ancak ondan daha fazlası olmayan bir film. Fakat durum öyle bir noktaya geldi ki, "Get Out"ın Oscar’a uzanma şansı dahi var. Benzer bir biçimde, siyahi propagandası yapmasa da "The Shape of Water" da, Akademi’nin samimiyetsiz politik doğruculuğu sebebiyle 13 dalda aday gösterildi; elbette bir başyapıt olduğu için değil…

    Bunları özellikle belirtme ihtiyacı duydum çünkü ister istemez hepimiz "Mudbound"u izlerken “4 Dalda Oscar Adayı Film” olarak seyrediyoruz. Zaten yapımcılar da bunun reklamıyla karşımıza çıktıkları için, doğal olarak, bu hakkı bize tanımış oluyorlar. Ben de bu yüzden düşüncelerimi bu mantık düzleminde açıklamaya gayret edeceğim…

    Gelelim filme… Öncelikle Mudbound’un, bir Netflix projesi olması ve Akademi tarafından, Cannes’da yaşananlardan sonra adaylıkla ödüllendirilmesi güzel bir gelişme oldu. Zira Netflix gibi platformlar, her ne kadar filmlerini önce kendi alanlarında yayınlayıp, çoğunlukla sinema salonlarıyla paylaşmıyor olsalar da, Mudbound gibi kaliteli prodüksiyonlara sahip filmlerden sonra bu platformları göz ardı etmek büyük hata olurdu. Bu açıdan doğru bir yolda ilerliyoruz.

    Mudbound’ın hikâyesi ise oldukça tanıdık… II. Dünya Savaşı öncesinde başlayan ve savaş esnasında/ sonrasında yaşananları ırkçılık bağlamında açıklamaya çalışan film, kendisine mekân olarak da Missisippi gibi ırkçılığın ayyuka çıktığı bir bölgeyi seçiyor. Aslen Hilary Jordan’ın, 2008 yılında yayımlanan aynı adlı romanında Virgil Williams’ın senaryolaştırdığı ve yönetmen Dee Rees’in de beyazperdeye aktardığı filmi ilk izlediğimde aklıma -kaçınılmaz olarak- ırkçılık temasının en sert işlerinden Missisippi Burning (1988) geldi… Aynı bölgede, Mudbound’dan on yıl sonrasına uzanan bir hikâyeyi işleyen film, anlatım diliyle pek çoğumuzun hafızalarına kazınmayı başardı. Mudbound da, yine aynı yöreye götürüyor bizi ve dönemin sosyal eşitsizliğini, iki ailenin kesişen hayatları üzerinden anlatıyor.

    Beyaz bir ailenin, savaşın başlamasından sonra şehirden uzaklaşarak taşraya göç etmesiyle giriş yapan öykü, beyazları, siyahilerden oluşan bir başka aileyle bir araya getirerek ırkçılık gömleğini giyiyor. Fakat hemen her yıl, ırkçılık teması barındıran pek çok filmle karşılaştığımız ve bunları, tıpkı İkinci Dünya Savaşı veyahut Nazi öykülerine hissettiğimiz türden bir doygunlukla izlediğimiz için, Mudbound da, biraz hikâyesinin aleladeliği, biraz da anlatım dilinin durağanlığı sebebiyle ilk bir buçuk saati zorlu geçirmemize sebep oluyor.

    Bir bakıma haklı taraflar yok değil; ırkçılık temasında yeni bir şey anlatmak veya seyirciyi şaşırtmak artık neredeyse imkânsız hale geldi. Ancak doğru formüller ve doğru uyarlama teknikleriyle sıradanlıktan kurtulmak da mümkün. İşte Mudbound’un hataya düştüğü nokta burası…

    Bir kere romanın, sinema seyircisi için zorlayıcı bir noktası var; bakış açısı karakteri eksikliği… Filmi izlerken, en başından itibaren ana karakterin kim olduğunu kestiremediğimiz gibi bu açık, sürekli her karakterin kendi iç sesiyle kapatılmaya çalışılıyor. Bana kalırsa, roman uyarlanırken her karakteri ayrı ayrı derinleştirmeye çalışıp, hiçbirine tam zaman ayıramamak yerine –çünkü Ronsel dışında tam anlamıyla bir dönüşüm yaşayan karakterimiz yok, bu açıdan seyirciye en yakın karakter o kabul edilebilir- hikâyenin asıl sürükleyici iki karakteri Jamie ve Ronsel’e son yarım saat değil de, daha geniş bir alan tanınabilirdi. Film, bambaşka bir karakterin hikâyesini anlatıyormuş izlenimi verip; tamamen farklı bir karakterin yoluna dönüştü ki bu hikâyenin akıcılığına büyük zarar veren bir durum.

    Enteresan olansa, yukarı bahsettiğim tüm karakterlerin hep birlikte tanıtılmaya çalışılması durumunun Mudbound’da –en azından- avantaja dönüşmüş olması… Film, oyuncuların toplu performansı açısından dişe dokunur bir görünüm sergiliyor ve bu durum filmin en büyük kozuna dönüşüyor. Nitekim pek çok festivalde filmin en çok toplu performans tarafı övüldü…

    Mudbound’un bana göre en başarılı olduğu yanı ise şüphesiz görsel açıdan doğru kadrajları yakalayabilmiş olması… Bu denli imkânsızlıklar içindeki bir mekânda, böylesine güzel görüntüler sunan film, görüntü yönetmeni Rachel Morrison sayesinde tek hak ettiği adaylığı almış. Ancak o dalda öyle adaylar var ki, Mudbound’ın şansı hiç yok.

    Son olarak ben de herkes gibi filmi izlemeden önce, öne çıkan oyuncunun, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında yarışan Mary J. Blige olduğunu düşünmüştüm fakat en ufak bir performans ışığıyla dahi karşılaşamayınca, zorlama bir adaylık olduğunu gördüm. Filmin asıl performans gösteren karakteri, kötü adam imajıyla izlediğimiz Jonathan Banks ve rolünün hakkını sonuna kadar veriyor.

    Özetle Mudbound, Oscar sezonunun hak ettiğinden fazla değer gören, izlenmesine izlenen ancak bir ay sonra hatırlamayacağınız filmlerden… Yine de tercih sizin…

    Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com

    https://twitter.com/BasakBicak

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top