Hesabım
    Suyun Sesi
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Suyun Sesi

    Deniz Canavarıyla Dilsiz Kadının Aşkı

    Yazar: Ali Ercivan

    Guillermo Del Toro’yu Hellboy, Blade 2 gibi popüler filmlerinin dışında, daha ciddi işleriyle önemsedi aslında dünya. Meksikalı yönetmen, iki binlerin ilk on yılında The Devil’s Backbone ve Oscar ödüllerinde de karşılık gören Pan’ın Labirenti (Pan’s Labyrinth) gibi iki önemli sinema eserine imza attı. Fakat sonrasında bu çizgide devam etmedi, Pacific Rim gibi gişe canavarlarına harcadı vaktini. Bunun bir sebebi de hayalindeki bazı projeleri finanse edemiyor olmasıydı. Mussolini dönemi İtalya’sında geçen, anti-faşist bir Pinokyo filmi için kendisine hala kimse destek çıkmadı mesela.

    The Shape of Water’ın çıkış noktası, bir deniz kızına aşık olan hademenin öyküsünü anlatma fikri olmuş. Zamanla fikir gelişip 1962 yılında, Soğuk Savaş döneminde, gizli bir askeri merkezde temizlikçi olarak çalışan dilsiz bir kadının, Elisa’nın, Amazon halkının bir tanrı olarak görüp tapındığı ve Amerikan ordusu tarafından ele geçirilip sorgulanmak, incelenmek üzere bu merkeze getirilen deniz yaratığına aşık olduğu masalsı projeye dönüşmüş. Del Toro, sadece 20 milyon dolar gibi Hollywood standartlarında oldukça düşük bir bütçeyle bu projeyi hayata geçirmiş. Bu mütevazı bütçe belli ki bazı açılardan elini de rahatlatmış. Kara geçmek için ille büyük paralar kazanması gerekmiyor The Shape of Water’ın. Bu da Guillermo Del Toro’ya kafasındaki filmi yapma özgürlüğünü sağlamış.

    Filmin yalnız kahramanı Elisa, belli bir rutin içinde sürdürüyor hayatını. Akşamları da söz konusu askeri merkezde yerleri siliyor, etrafı temizliyor. Dilsizliği yüzünden hep tepeden bakılmış, çok az insanla iletişim kurabilmiş bir genç kadın Elisa. Kapı komşusu Giles ve iş yerinde onu kollayan Zelda dışında kimsesi yok. Zelda ona sürekli avare kocasından dert yanıp erkekleri çekiştirirken, birlikte acayip laboratuarları paspaslıyorlar, gelecekten fırlamışa benzeyen alet edevatın tozunu alıyorlar. Manolya (Magnolia) filminde William H. Macy’nin canlandırdığı yaşlı eşcinsel rolünü hatırlatan Giles ise Elisa’yla televizyonda ünlü aktrislerin dizilerini, filmlerini izliyor; onu hoşlandığı genç delikanlının çalıştığı kafeden berbat turtalar yemeye zorluyor. Elisa’nın yalnızlığına çare değil ikisi de... Onu olduğu gibi sevecek, fiziksel engeline takılmayacak biri eksik genç kadının hayatında. Sadece duygusal değil, cinsel ihtiyaçlarını da tatmin edecek biri...

    Ve askeri merkeze getirilen sualtı yaratığıyla Elisa’nın tesadüfen başlayan iletişimi, aralarında gitgide kurulan bağ, tam da Elisa’nın hayatındaki boşluğu doldurur hale geliyor.

    Venedik Film Festivali’nde ilk kez seyirci karşısına çıkan filmin basın toplantısında yönetmenin bizzat belirttiği üzere, Hellboy filmlerinden bildiğimiz Aquaman karakterinin geçmiş öyküsünü anlatan bir “prequel” değil bu. Yaratıklar arasındaki benzerliklere rağmen, bu bir Aquaman filmi değil; aslında bir tür Güzel ve Çirkin masalı. Del Toro, bu masalın iki biçimde yorumlanageldiğini, bir yorumun cinsellik içermeyen püriten bir aşk öyküsü olduğunu, diğeriniyse bunun kaba bir karşıtı olarak gördüğünü ifade ediyor. Ve her iki yorumla da ilgilenmediğini...

    Del Toro’nun Güzel ve Çirkin versiyonunda, kadın ve canavarın aşkı platonik kalmıyor, cinsellik de içeriyor ama film bunu olabildiğince zarif ve ucuzlaşmayan bir üslupla yansıtıyor. Karakterlerin kaderleriyle ilgili pasif kalmaktan vazgeçtikleri, sevdiklerini kaybetmemek ya da değer verdikleri insanlara yardım etmek için kendilerini ateşe attıkları bir öykü bu aynı zamanda. Elisa, ordunun sevdiği adamı ortadan kaldıracağını öğrenince, dostlarının ve o an çıkarları denk düşen bir casusun yardımıyla harekete geçiyor.

    Venedik ve hemen ardından Telluride festivallerinde büyük övgülerle karşılanan, bu seneki Oscar yarışının da favorilerinden biri haline gelen The Shape of Water, fantastik sinemayla Soğuk Savaş dönemi casusluk hikayelerini ve romantik bir masalsılığı aynı potada eritmeyi başaran, iyi bir popüler sinema örneği. Klişeleşmiş tabirle “öteki” denebilecek iki canlının aşk hikayesi, farklılıklara karşı toleranslı olmak, kendinden farklı olanı sevmeyi öğrenebilmek gibi temalara da dokunuyor ister istemez. Oscar sezonunda filmin lehine işleyeceği / kullanılacağı kesin bir açı bu.

    Tabii, alışılmadık yollardan gitse de sonuçta seyirci odaklı bir ana akım film karşımızdaki. Bu yüzden bazı beylik kalıpları da kullanıyor. Michael Shannon’ın canlandırdığı ajan Strickland karakteri, aktörün ve Del Toro’nun boyutlandırma gayretleri ne kadar işe yararsa yarasın, bildik bir kötü adam tiplemesi aslında. Film bir noktadan sonra kaçma kovalamaca döngüsüne de giriyor ister istemez. Fakat bunları yine de orijinal bir zemin üzerinde, özellikle yapım tasarımları ve görüntü yönetiminde olağanüstü bir titizlikle, ellili altmışlı yılların romantik sinemasına yönelik nostaljiden de beslenen ince bir duygusallıkla ve çok iyi bir oyuncu kadrosuyla yapıyor.

    Günün birinde dev bir balıkla dilsiz bir kadının aşk öyküsünü yüzümüzde büyük bir tebessümle izleyeceğimiz kimin aklına gelirdi. Bunu dünyayı kuracak, bu öyküye bizi inandıracak, Guillermo Del Toro’dan başka bir yönetmen olamazdı belki de...

    Twitter: aliercivan

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top