Hesabım
    Dolunay Katilleri
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Dolunay Katilleri

    İşte sinema bu!

    Yazar: Onur Kırşavoğlu

    Yaşayan en büyük yönetmen olarak anılan ve bu unvanı hak ettiğini düşündüğüm Martin Scorsese’nin son harikası Killers of the Flower Moon (Dolunay Katilleri), sinemalardaki yerini aldı. Scorsese’nin fetiş oyuncuları Leonardo DiCaprio ve Robert De Niro’nun birlikte yer aldığı ve Lily Gladstone’a başrollerde eşlik ettiği filmde, usta görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto ve Scorsese’nin vazgeçilmez kurgucusu Thelma Schoonmaker da yine ekipte yer alıyor. Amerikan tarihini didiklemeyi ve hesaplaşmalar yapmayı seven Scorsese, bu filminde de aynı yolu tercih ediyor ve saf sinemanın nimetlerinden faydalanarak, kendi yarattığı tartışmaları da anımsatan “gerçek sinema” hissiyatını izleyiciye geçirmeyi başarıyor.

    Martin Scorsese'nin biraz suç, biraz polisiye ve çokça da westerne göz kırpan filmi Killers of the Floweer Moon, 1920'li yıllarda gerçekleşen Osage cinayetlerine odaklanıyor. David Grann'ın gerçeklerden yola çıkarak yazdığı ve belge niteliği taşıyan aynı adlı kitabından uyarlanan filmde Scorsese, birçok başyapıtında olduğu üzere senaryoyu Eric Roth’la birlikte kaleme aldı. Üstat, daha önce de örneklerini gördüğümüz üzere, modern Amerika’nın doğuşuna, kapitalizmin ayak seslerine, FBI’ın oluşumuna ve bir ülkenin suç dolu tarihine dair gerilim yüklü, destansı bir bakış atıyor. Amerikan yerlilerine karşı işlenen ve adeta bir soykırıma giden seri cinayetler, yalanlarla çevrili bir aşk ekseninde zuhur ediyor. Hem karakterler, hem Osage halkı kaybolan huzuru ararken, kaos ve güç dengeleri hikayenin temposuyla birlikte ön plana çıkıyor. Gerçek Amerikan halkı ve her zaman kapital eksenli eylemlere imza atan ve bu konuda her yolu mübah gören beyaz Amerikalılar yine karşı karşıya geliyor. Elbette huzur bozan ve suça bulaşan tarafın hangisi olduğunu tahmin etmek zor değil. Scorsese, küçük ölçekli hikayede, aslında Amerikan tarihindeki bütün soykırım ve gizli suçları da masaya yatırmış oluyor.  

    Filmin güç için girilen acımasızlık ekseni dışında anlattığı bir de sorunlu bir aşk hikayesi var. Leonardo DiCaprio ve Lily Gladstone tarafından canlandırılan karakterler arasında tamamen çıkar ilişkisiyle başlayan, daha sonra bir tutkuya dönüşen ama bir tarafın yalanları ve fiziki manipülasyonuyla suça dönüşen bir ilişki. Tıpkı Amerika ve yerliler arasındaki ilişki gibi, birbirinden ayrılmayan ama beyaz Amerika’nın yalanlarıyla bir felakete dönüşen bir aşk. DiCaprio’nun canlandırdığı Ernest karakteri, güce tapan, otoriter karakter olan ve gücü elinde bulunduran dayısı Hale (De Niro) ne derse onu yapan, bu uğurda samimi duygular beslediği ve çok sevdiği insanı bile incitmeyi göze alan, kullanılmaya müsait bir karakter. Ciddi bir acı yaşayana kadar dayısının adeta bir askeri gibi davranan, onun sözünden çıkmayan ve gittikçe ona benzeyen zayıf bir kişilik. Zaten, yerlilerin petrol ve zenginliği sonrası Osage tamamen bu tip para avcılarıyla dolmaya başlıyor ve kaos kaçınılmaz oluyor. Dayı-yeğen ilişkisi alfa-beta ekseni üzerinden şiddet meyilli ilerliyor ve suç, bölgeye bu sayede daha da çok bulaşıyor. Seri cinayetler birbirini takip ediyor ve büyük para elden kaçmasın diye beyaz Amerika yine bildiğini okuyor. Ancak, hükmedilmeye müsait zayıf karakterler de dahil, herkesin bir direnç noktası ve en kötücül karakterin bile gemileri yakacak bir acısı mutlaka oluyor. Bu da filmin ve hikayenin finaline giden çözülmeleri sağlıyor ama Osage bir daha asla aynı huzuru bulamıyor...

    Filmin son düzlüğünde işin içine polisiye janrı giriyor. Filmden ilk görseller ve açıklamalar geldiğinde tamamen polisiye bir hikaye izleyeceğimizi düşünmüş, kitabın da bu yönünün ağır olduğunu öğrenmiştik. Hatta, filmin FBI’ın doğuş sürecini anlatacağı yorumları bile bolca yapılmıştı ama son kurguda film tamamen bir westerne dönüşmüş. Yine de FBI hikayesine filmin önemli bir bölümünde yer verilmiş. Osage cinayetleri artık hükümetin de ilgisini çekecek kadar arttığında, olaya adı Soruşturma Bürosu olan ve ileride FBI olarak anılacak bir birim giriyor. Bir nevi FBI’ın ilk büyük dosyası Osage oluyor. Washington DC, Jesse Plemons tarafından canlandırılan Tom White adındaki ajanını bölgeye gönderiyor. Suçu ortaya çıkarmak ve suçluları cezanlandırmak ana amaç gibi görünse de federal hükümet bölgede varlığını hissettirmek ve gücünü artırmak için de bu konuya eğiliyor. Yani Amerika, bir başka Amerikan skandalını kullanarak yine güç peşine düşüyor. Tüm bu politik manevralarda Scorsese’nin durduğu yer ise çok net. Her şeyin sonunda kotardığı, oldukça yaratıcı cameo sahnesiyle de bunu meşrulaştırıyor.

    Lily Gladstone, Certain Women’la başlayan çıkışının adeta zirvesini yakalamış ve Mollie karakterine soğuk, gerçekçi ve hüzünlü bir hava katmış. Bir Oscar adaylığı, hatta ödülü gelirse sürpriz olmaz ve oldukça sevindirici olur. Robert De Niro, Scorsese filmleri dışında 2000'li yılları pek iyi geçiremedi ama bu film onun uzun bir süre sonra yakaladığı en iyi performans. The Irishman’de de gayet iyiydi ama hikaye gereği biraz arka plandaydı; bu filmde açılan alanı iyi değerlendirmiş. Jesse Plemons, Brendan FraserTantoo Cardinal ve Scott Shepard gibi isimler de az süreye rağmen çok iyi işler ortaya koymuşlar. Leonardo DiCaprio’ya gelecek olursak; Brando’yu anımsatan aksanı ve fiziki çabası, finale gittikçe artan oyunculuk gücü ve en iyi birkaç performansı arasına girecek kompozisyonuyla filmin bu anlamdaki yıldızı. İkinci Oscar’ı için, çok güçlü bir rakip çıkmazsa sanki her şey uygun gibi. Bir sonraki filmde yine Scorsese ile çalışacak olması da heyecan verici.

    Filmin uzun süresi, Scorsese’nin yavaş yavaş ağları ören ve son düzlükte arşa çıkan anlatımıyla hiç rahatsız etmiyor. Scorsese, yakın dönemde yarattığı Marvel tartışmalarına nazire yaparcasına filmi saf sinemanın en güzel hamleleriyle donatıyor. Aşırıya ve abartıya hiç kaçmadan, gösterişe hiç bulaşmadan, steril ve güçlü bir şekilde derdini anlatmayı tercih ediyor. Film için söylenecek ilk şey sanırım “İşte sinema bu!” olmalı. Scorsese’den daha kaç film izleyebiliriz bilmiyorum ama onun gibi bir yönetmeni 2020’li yıllarda hala izleyebilmek ve hala başyapıt ortaya çıkardığını görebilmek büyük mutluluk. İyi ki Scorsese ve iyi ki sinema var!

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top