Anılara karışan kırmızı İstanbul!
Yazar: Banu BozdemirKitabı okuyanların da kafasını karıştıran İstanbul Kırmızısı, film uyarlamasında da benzer bir karmaşayı sunuyor. Zaten İstanbul Kırmızısı ilk kitabı olan yönetmen Ferzan Özpetek de aynı şeyi tekrarlıyor, kitapta özellikle de filmde bazı şeyleri havada bıraktığını söylüyor.
Uzun yıllar yurt dışında yaşayan Orhan’ın, yönetmen Deniz Soysal’ın ilk kitabı üzerinde çalışmak üzere İstanbul’a gelişi ve Deniz’in hayatındaki insanlarla beraber bir açımlanmaya girme hikayesi diyebiliriz. Orhan’ın İstanbul Kırmızısı kitabında olmayıp filme eklemlenen bir karakter olması onu anlatıcı ve bir anlamda da çözümleyici konumuna sokuyor. Zaman zaman bir romanın içinde olduğumuzu ve bunu yazanın da Orhan olduğunu hissettirmeye çalışan filmde Orhan ve Deniz’in aynı kişiler olabileceğine dair işaretler bile aldım diyebilirim. Bu yüzden filmi izlerken bir yandan da çözümleme yapma ya çalışıyorsunuz ama film kendini tekrardan hop diye topluyor ve bir bakıyorsunuz yalının içindeki ‘yalın’ hayata dönüvermişsiniz.
Filmi annesine adayan ve İstanbul Kırmızısı adının annesinin kendisinden istediği kırmızı ojeden ileri geldiğini söyleyen Özpetek, bu İstanbul’a dönüş hikayesiyle birlikte geçmişe uzanan, Deniz’in ve Orhan’ın ortak sırlarını ortaya döken bir yol izliyor. Tabii bir de Neval var, filmin güzel kadını. Neval’i öyle orta bir noktaya koymuş ki Özpetek, bir yandan arzu nesnesi bir yandan da dost ve bir anda yok. İmgeler, sanat dünyası ve o dünyanın anlaşılmazlığı ve yapaylığına karşın bir yandan politik süzgeçlerle denge kurmaya çalışmış. Evde çalışan Kürt kızın ailesinin yaşadıkları, cumartesi annelerinin sesleri İstanbul’un genel seslerine karışıyor ve ortaya karışık bir İstanbul resmi çıkıyor. Kitap uyarlamaları zordur ve bu filmden ben bu etkiyi aldım, zor, kafası karışık, bir yandan samimi olmaya yolunda ama dozu kaçınca büyük laflar ettiğini hissettiren bir film çıkmış ortaya.
Filmde kadın hakimiyeti yaratılan bir sahnede Özpetek’in klasikleşen yemek sofralarından biri karşılıyor yine bizi. Film Deniz’in kaybına ilişkin en esaslı lafları da o sofrada ediyor, onun dışında herkesin Deniz’e bağlı ama Deniz’den uzakta ayrı bir dünyası varmış gibi. O yüzden zaman zaman Orhan’la Deniz aynı kişi hissi verdi ama bana, sanki Deniz hep oradaymış gibi. Ama bu denli derinlik sunma derdinde ziyade film, daha çok anne duygusunun işin içinde olduğu geçmişe ve bugüne dair bir arayış içinde. O yüzden Deniz’i arıyoruz belki de filmde. Kırmızı yalı, kırmızı günbatımı belki bir parça kırmızılı kadın. Özpetek yurt dışında yaşayan bir yönetmen olarak yerli bir film çekmek istemiş, kaçırdıklarını da o filmle anmak istemiş gibi algılattı bana.
İstanbul görüntüleri güzel ve özenle seçilmiş yerlerden oluşuyor, sanat yönetiminin de başarılı olduğunu düşünüyorum. Oyunculuklar nedense hikayenin belirsizliğini desteklercesine biraz havada kalıyor. Nejat İşler daha fazla olmalıydı filmde, Halit Ergenç nispeten sıyrılıyor diğer oyuncular arasından.
Filmde aslında Özpetek’in diğer filmlerindeki karmaşanın kekremsi bir tadı var, tamamıyla yok diyemeyiz ama diğer filmlerinde olmayan bir tutukluk da var ki bu da filmin kafa karışıklığına verilebilir. Kaybolan birinin ardından deştikçe çıkan ve etrafındaki herkesi saran gizemler ağını burada kurmaya çalışıyor Özpetek. Bu gizemleri tam anlamıyla çözemesek de İstanbul Kırmızısı, Ferzan Özpetek’in İstanbul özlemini ortaya koyar nitelikte denebilir…