“Neon ışıklarım var, çok taze neonlarım var”
Yazar: Burçin AygünTekinsiz, puslu bir kent, eve giderken sık sık arkanıza bakmanızı sağlayacak tehlikeli insanlar ve bu karmaşanın içindeki anti kahraman edası ile dolaşan suçlular. Bu cümlenin beyazperde üzerindeki iz düşümü, günümüz sineması düşünülecek olursa, yakın dönem için Guy Ritchie’yi ve hatta Quentin Tarantino’ya denk geliyor diyebiliriz. İki ünlü ve başarılı yönetmenin kendine has tarzlarını yansıtmaktan asla vazgeçmedikleri filmleri birden fazla nesil için çok özel bir yerde duruyor. Doğal olarak başka sinemacılar da bu özel dünyaya bulaşmak adına atılım yapmaktan geri durmuyor. Bu isimlerden biri de ilk uzun metraj filmine imzasını atan Vaughn Stein.
Stein şimdiye kadar yardımcı yönetmen olarak çok sayıda projede yer almış, işin mutfağını yeteri kadar bilen taze bir yönetmen. Bu sıfatla çektiği ilk film ise az önce bahsettiğim iki devin farklı tatlarını bir araya getirmiş, ilgi çekici ve merak uyandıran bir hikaye. Hepsinden önemlisi dikkate değer bir oyuncu kadrosuna da sahip. Para Avcısı’nda DiCaprio’nun karşısındaki performansı ile sektörün en bilinen aktrislerinden birine dönüşen Margot Robbie, Terminal adlı yapımın başrolünde. Kült aktör Jeremy Irons’ın oğlu Max Irons, Ateşten Kalbe Akıldan Dumana’nın Soap’ı Dexter Fletcher ve türler arası gezinen Simon Pegg kadronun önde gelenleri.
Yönetmenliğin yanısıra filmin senaristliğini de üstlenen Vaughn Stein, hem sağlam bir kadroyu bir araya getirmiş, hem de teknik ekibine Christopher Ross’u katarak büyük bir başarı yakalamış. Nitekim Terminal’in en güçlü olduğu noktalardan biri de görselliği. Görüntü yönetmeni Ross bu konuda samimi bir tabirle “tertemiz” bir iş çıkartmış. Hikayeye ruhunu veren, hatta yer yer anlatının bile önüne geçmeyi başaran görsel yeterlilik izleyeni ziyadesiyle doyuruyor.
Pek yaşanılası olmayan bir bölgede, gerçek kimliği bilinmeyen Bay Franklin’den aldığı suikast görevlerini hatasız tamamlayan, hayatını böyle devam ettiren Annie (Margot Robbie), yeni yolculuğunda farklı bir emir altında çıkar. Hedefi aynı ekipte bulunan iki erkek suikastçiyi öldürmektir. Bunu direkt olarak halletmek yerine farklı bir yolu tercih eder. Vincent (Dexter Fletcher) ve Alfred (Max Irons)’ı kendisi değil, konu ile tamamen bağımsız biri ‘emekli edecektir’. Garson olarak bulunduğu kafaye gelen bir adamı öne sürüp, ikiliyi öldürtecek, kendisi de işin içinden rahatça çıkacaktır. Ölümcül bir hastalığa yakalanan Bill (Simon Pegg) adlı bu adama intihar edebileceğini veya birilerini öldürebileceğini fısıldar.
Terminal filmi aslında pekçok açıdan tanıdık gelebilecek bir örgüye sahip. Ritchie ve Tarantino’nun sürprizli, şok eden dönüşlere sahip kurgusu, aykırı karakterler ve suçun başrolde olduğu bir koşuşturmadan bahsediyoruz. Ancak Stein’ın yazdığı senaryo ve filmin kurgusu tüm bu artıları baltalayan, filmin en büyük sorunu haline gelmiş. Robbie’nin kendinden emin, seksi, çok akıllı ve sinsi Annie’sine kusursuz bir beden biçen performansı, Fletcher’ın enteresan karakteri ve yıllardır yüzünü göremediğimiz Mike Myers her şeye rağmen kendileri için yazılan karakterlerin daha gerçekçi olmaları için ekstra çaba harcamış.
Konu ve işleyiş her ne kadar tanıdık olsa da, bir ilk deneme olarak fena olmayan, atmosferi etkileyici, güçlü oyuncuların yeteneklerini sergilediği karanlık ve sert bir suç filmi var salonlarda. Ah, bir de şu neonların sayısı az olsaydı ya!
burcinaygun@gmail.com