Hesabım
    Hotel Mumbai
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Hotel Mumbai

    İnanarak Kazanmak Ya da İnanarak Kaybetmek

    Yazar: Fatih Yürür

    İnanmak… O inanç ile birlikte hareket etmek… O inancın kendisi olmak… O inanç uğruna hareket etmek… Bu birbirine yakın dört farklı edimin iki farklı ve net sonucu var: Yapıcılık ve yıkıcılık. Bu iki farklı sonuca ulaşacak iklim dinamikleri konusundaki tartışmaları haftalarca, yıllarca sürdürebilmek mümkün. Fakat bu tartışmalar da nihayetinde “yıkıcılık” ve “yapıcılık” gibisinden, kemiksiz iddialar ile başlayacaktır.

    2008 yılında Taj Mahal Otel’de, hem coğrafya hem de gündem gereği pek çoğumuzun haberinin dahi olmadığı ve bu filmi izleme şansı bulan / bulmayan pek çoğumuzun da başka bir vesileyle asla haberdar olmayacağı bir terör saldırısı gerçekleşti. Neredeyse her gün, dünyanın herhangi bir köşesinde gerçekleşip de haberdar olmadığımız onlarcası gibi… Ve yine bütün diğer talihsizlikler gibi, Taj Mahal’de gerçekleşen saldırı da onlarca, belki de yüzlerce insana, ruha temas etti.

    İşte Hotel Mumbai, gerçekleşmesinden tam 11 yıl sonra Taj Mahal saldırısını perdeye taşıyan ve belgesel damarları ile beslenirken, ticari arena ile de arasına mesafe koymayan bir biyografik gerilim çeşitlemesi olarak salonlarımızı ziyaret ediyor bu hafta. Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan film; bahsi geçen silahlı saldırı ekseninden, ilginç bir kahramanlık öyküsü peyda etmeyi başarıyor. Karanlık tarafa, zehirli motivasyon ile beyinleri yıkanmış teröristleri konumlandırırken; otel çalışanlarını “yaşam alanlarını muhafaza eden kahramanlara” dönüştürüyor. Bütün bu karmaşa arasında kalan David ve ailesi de; bir bütünü işaret ederken; batı kurumsallığının temsili olarak, çatışma sırasında parçalanmamak için uğraşıyor.

    Yönetmen Maras, her ne kadar Hollywood’un kalburüstü yapımlarında imzası bulunan, fiyakalı senarist John Collee ile birlikte senaryoyu kaleme almış olsa da; yapımın Victoria Midwinter Pitt’in, olaylardan tam bir yıl sonra kaleme aldığı Surviving Mumbai belgeselinden de beslendiğini söylemek pekala mümkün. Fakat kendi klasmanında bu estetiği sık sık kullanan Greengrass’ın aksine; Maras, olayların gerçekliğine derin bir çentik atarcasına, öyküsünü kurmaca kulvarının adrenalin yükü ile hacimlendirmeyi tercih ediyor.

    Bu bahsi geçen kurmacanın kimyasını da Hollywood’un pek bir sevdiği iyi – kötü – korumacı  - saldırgan konseptleri ile servisliyor. “Yaşam alanı için tehdit” olan terörizm, “aileyi, bütünlüğü, birlikteliği” yok eden terörizm unsuruna karşı; adeta bir vigilante misali, çalışma / yaşama alanını savunan ev sahipleri ve ailesini savunan misafir direncini devreye sokuyor (ki aktarılan olayın gerçekliği de, heroic kilitleri uçurduğumuz takdirde aşağı yukarı bu manzarayı işaret ediyor zaten).

    Beyni yıkanan mürit cihad gönüllüleri ile empati kurma klişesinin her ne kadar suyu çıkmış gibi görünse de; yönetmen Anthony Maras’ın bu klişeyi işletme biçimi hiç de yapay durmuyor. En azından ailemizin kahramanı olarak resmedilen ve pozisyonundaki şişkinlikleri atamamış Arjun karakterinin abartılı tavırlarının, aksiyonlarının yanında, daha “gerçek” durduklarını ve kaygılarıyla, hissiyatlarıyla ve yanlış giden her şeye rağmen başka bir seçeneğe sahip değilmişçesine, sıkışmışlıklarıyla katmanlandırıldıklarını söylemek hiç de yanlış değil!

    Mumbai sokaklarında yaşanan adrenalin dozu yüksek kaos, hikayenin dramatik kefesini doldururken; aksiyon arayışındaki izleyicinin beklentilerini de büyük oranda karşılamayı başarıyor. Yine de manzaranın bilindikliğinin gölgesinden sıyrılması pek de mümkün olmuyor. “Beyaz kurban” çeşitlemelerinin hemen hemen hepsine dair parçalar var Hotel Mumbai’nin vitrininde… Paul Greengrass’ın Captain Phillips’inden, Innaritu’nun Babel’ine; Terry George’un yine meskeni otel olan Hotel Rwanda’sından; Stephen Gaghan’ın Syriana’nına kadar… Fakat en garip etkilenim ise –ki gerçek bir olaydan beyazperdeye uyarlanmış olması hesaba katıldığında buna biraz da talihsiz benzerlik diyebiliriz; yönetmen Anthony Maras’ın gerilim temposuyla ve ritmiyle bir nevi Carpenter’ın 13. Karakola Baskın varyasyonu yoğurmuş olması. Yine Greengrass’ın United 93’ünü de listeye iliştirebiliriz ki; Maras’ın biçimsel olmasa bile içeriği mıncıklama açısında Greengrass ile pek çok ortak paydaya sahip olduğunu söylemek doğru olabilir. Fakat Maras her ne kadar güçlü dinamikler ile hareket etse ve yukarıda bahsi geçen isimlerin hiç birine doğrudan doğruya öykünmüyor gibi görünse de; tamamen kendine has bir dil tutturabildiğini söylemek de oldukça zor.

    Sıcak filtreler, tansiyonun yükseldiği her merhaleyi izleyiciye hissettiren kadrajlar, görsel haz dozajı yüksek bir gezintinin, aksiyon kulvarına aniden direksiyon kırarken çektiği patinaj… Kimyayı oluşturan parçaların her biri değerli ama bütüne bakınca bir şeylerin eksik olduğuna dair o garip hissiyattan kurtulamıyorsunuz. Bu da, Maras’ın henüz kendine ait bir dil tutturamamış olması ile alakalandırılabilir mi çok da emin değilim.

    Her ne kadar aksiyonun baharatının kesifliği “olayın gerçekliği” algısını sık sık terk etmenizi sağlasa da Maras’ın, izleyicisini doğru yerden yakaladığının altını da çizmek gerekir. Bu sebeple ki finalde, gerçek olaydan görüntülerin verildiği kısımda, olayın gerçekliğini, olabilecek en çarpıcı biçimde yüzümüze vurarak, hafıza tazelememizi sağlıyor. Biraz daha draje bir şekilde ifade etmek gerekirse; seyircinin dram arayışını da cevapsız bırakmayan ve salondan ayrılırken öyle ya da böyle duygu koridorumuza birkaç taş yuvarlamayı ve akışı bir yerlerde sabitlemeyi başaran bir yapım Hotel Mumbai…

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top