Yaşamın sesi senin duyduğundur…
Yazar: Duygu KocabaylıoğluYönetmen ve senarist Darius Marder 2018 yılının Ağustos ayında Massachusetts, Boston civarında çekimlere başladığında, Sound of Metal filminin ancak bir avuç şanslı festival kitlesi tarafından kayda değer sinema salonu koşullarında izlenebileceğini elbette tahmin etmezdi. Ya da 2019’un sonbaharında Toronto’da dünya prömiyerini yapıp alkışları aldıktan sonra vizyon için uzun ve sancılı bir pandemi dönemini bekleyeceğini ve nihayetinde filminin daha geniş seyirci kitleleri tarafından – her ne kadar Toronto’da satışı yapılmış dahi olsa- sadece Amazon Prime ‘ekranlarında’ izlenebileceğine muhtemelen ihtimal vermezdi. Darius Marder kardeşi Abraham Marder ile senaryo yazım sürecindeyken, 4 haftalık çekimler aşamasında ve de post-prodüksiyonda müthiş bir ses kurgusuna imza atarken, muhtemelen filminin tüm duygusunu verecek teknik gösterim koşullarında izlenmesini hayal ediyordu. Her ne kadar sosyal sorumluluk vasfını yerine getirerek çevrimiçinde daha çok sayıda seyirciye ulaşmış olsa da, ortalama olarak 15-17 inç ekran ve dizüstü bilgisayarın hoparlör çıkışından çok çok daha fazlasını hak eden bir ‘sinema’ filmi karşımızdaki! Şahsen geçen yazın bombası Tenet’i değil ama Türkçesi ile Metalin Sesi filmini salonda seyredememek bu pandemi sürecinin sinemasal açıdan en yazık kaybı oldu benim adıma…
Karantina günlerinde artık klasikleşmiş ahımızı yaktıktan sonra, filmin bizatihi kendisine dönelim. Başrollerini son dönemin çıkış yakalayan ödüllü iki ismi Riz Ahmed ve Olivia Cooke’un paylaştığı yapımın seyirciyi kolayca içine çeken bir senaryosu var; sevgilisiyle (Lou) 2 kişilik mini bir grubu olan ve metal müzik yapan bir davulcu (Ruben) bir gün aniden duyamamaya başlar ve sadece saatler içerisinde gitgide sağır olur! Hayatını yollarda, karavanıyla turne yaparak kazanan bir müzisyen için daha büyük bir kabus olamaz herhalde…
Henüz daha 10. dakikasında seyirciyi vakumlayarak içine çeken bu senaryo çatışması, omurgasını da sağlam karakter kurgularına yasladığından ucuza kaçmıyor ve yer yer haklı sessizliğine rağmen iki saatlik süresiyle doyurucu bir seyirlik ortaya koyuyor. Zira Ruben’in ve sevgilisi Lou’nun yollarının bu ‘çingene hayatında’ kesişmesi tesadüf değil. Her ikisinin de geçmişe dayalı ve nihayeti sert sonuçlanan travmaları mevcut. ‘Sağır olmak’ gibi hem fiziki hem manevi boyutu olan ciddi bir kırılma her ikisinin de travmalarını tetiklemeye oldukça müsait bir ortam. Bu noktada araya mecburi ayrılık giriyor ve Ruben, kendisi de sonradan duyma yetisini kaybeden Joe’nun (Paul Raci) yöneticiliğini yaptığı bir türlü duyma engelliler okuluna yerleşiyor. Film bu noktada ikinci bir dönüş alıp, herhangi bir topluluğun parçası olmaya oldukça uzak görünen Ruben’i tabiri caizse zorunlu bir ‘survivor’ moduna sokuyor. O iletişim bir şekilde kurulacak, o alfabe öğrenilecek…
Öte yandan karakter dönüşümü Ruben’in salt işaret dilini öğrenmesiyle sınırlı kalmıyor. Önyargılı olduğu ve reddettiği her açmazı bir şekilde kırmayı, hayat ile yüzleşip orta yolu bulmayı başarıyor baş karakterimiz. İster kaydıraktaki hissedilen ritim duygusu sahnesiyle olsun, ister finaldeki muhteşem tiz kilise çanıyla. Karakterin omuzlarında yükselen bir yapı açısından Riz Ahmed’in oyunculuğu pürüzsüz. İsyan sahneleri dahil hiçbir abartı yok, özellikle filmin erken açılan ikinci yarısında karakterin beden dili muazzam. Ayrıca, Olivia Cooke’un kısa süreli görünen ama hakkıyla canlandırdığı Lou da belli bir karakter dönüşümü yaşıyor ama onun babasıyla olan ilişkisini düzeltmesinin kendisinden kaynaklı bir dinamiğini, yine muhtemelen kasıtlı olarak vermiyor bize Marder. Bir detayı daha ekleyelim, gerçek hayatta kendisi değil ama anne ve babası duyma engelli olan Paul Raci’nin canlandırdığı Joe’yu Vietnam Savaşı’nda sağır olan, sonrasında alkolizm ile kendi hayatını altüst eden bir postwar travmalı karakter olarak izliyoruz. Marder Kardeşler film içerisinde bu detayın altını kalın çizgilerle çizmese de, sosyolojik karşılığı olan bir karakter kurgulayarak aslında savaş sonrası travmaların Amerikan toplumunun en ince sinir uçlarına kadar nüfuz ettiğini gösteriyorlar. Ana kadro dışında filmin büyük bölümünde izlediğimiz duyma engelli karakterlerin gerçek kişiler arasından oyuncu kadrosuna dahil edildiğini ve bu sayede filmin gerçeklik duygusunun birkaç çıta yükseldiğini özellikle belirtelim. Darius Marder tüm bu oyuncu seçimlerinin işitme engelli bireylerin dünyasını gerçekçi biçimde yansıtmak adına bilinçli tercihler olduğunu ifade ediyor.
Giriş paragrafında ses tekniğine kısaca değinmiştik; 10. dakikadan itibaren Ruben ile birlikte seyirci de gitgide duyma yetisini kaybediyor, karakter ile bağımız tam bu noktada başlıyor. Başta bizim akşamdan kalma kulak çınlaması olarak adlandıracağımız tiz bir sese ve sonrasında gelen sessizliğe Ruben aniden gömülürken, seyirci dışarıdan bir kulak olarak işitme engelliler okulundaki aslında her şeye şahit oluyor. Yuvarlak masadaki yemek sahnelerinden, çocukların ritim eğitimine kadar tüm ses kurgusu muazzam. Öte yandan sesin yanı sıra, görüntü yönetmenliğinin de anlatım dili olarak kullanıldığı bir film Sound of Metal. Özellikle erken gün doğumu sahneleri, Ruben’in değişime direnen ruh hali ile müthiş bir tezatlık kuruyor.
Uzun lafın kısası adıyla da kendi başına yeterince ironik olan Metalin Sesi filmi, Amazon Prime’ın Aralık ayındaki en güçlü seyir seçeneklerinden biri. Yönetmen Marder’ın bir röportajındaki şu sözlerine kulak verip seyretmek de olası; “Bu bir uyanışın filmi. Pek çok insan sağır olmayı fiziki bir engel olarak görüyor. Bu durumun gerçekte bir yaşam kültürü olduğunu anlamıyoruz…”
Evde, sinemayla ve sağlıkla kalın!