“Türk Usulü Polanski Klasiği”
Yazar: Başak Bıçakİlk uzun metrajı Cadde (2008) ve hemen ardından çektiği Mezuniyet (2009) filmlerinden sonra Mihrez: Cin Padişahı ile korku türüne geçiş yapan Doğa Can Anafarta, Türk korku sinemasının cin saplantısından uzaklaşarak bir alt tür denemesine girişiyor. Geçtiğimiz yıl Özgür Bakar’ın Deccal’inde, daha sonra cin temasının tartışmasız ismi Hasan Karacadağ’ın Magi filminde karşılaştığımız “deccal” izleğini merkezine alan yönetmen, korku severlere tanıdık gelecek bir filmi de hikâyesinin temeline yerleştiriyor.
Açılışını gündemle paralel, bir cami yerine yapılması düşünülen AVM inşaatı meselesiyle yapan Alamet-i Kıyamet, öyküsünü 1999 yılında artan kıyamet alametleri fikri üzerine inşa ediyor. Bahsi geçen yıla ait astrolojik olayları da hikâyesine yediren film, sevgilisi tarafından -72 numaralı Cin suresine atıfla- No:72 isimli apartmana yerleştirilen Elif’in yaşadığı korkunç olayları esas alıyor. Tam da bu noktada, Roman Polanski’nin meşhur klasiği Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği, 1968) filminin bir tür replikasına dönüşen Alamet-i Kıyamet, orijinal filmin ana çerçevesini kullanarak İslami usulde bir deccal öyküsü anlatıyor.
Polanski’nin ustalıkla kurduğu ve yavaş yavaş yükselttiği gerilim duygusunu, filmin ilk anlarından itibaren karakterlerin ve mekânların yardımıyla vermek isteyen yönetmenin, bu açıdan biraz erken davrandığını söylemek gerek. Zira Elif’in apartmana girişinden itibaren karşılaştığı karakterlerin, Polanski’nin Castevet ailesiyle birebir özdeşlik kurmakla birlikte, tuhaf görünüme sahip olmaları, durumu en başından fark eden seyirci açısından sürprizbozan haline geliyor. Hâlbuki Polanski, Castevet çiftine dair gerilimi, giderek artan bir şüpheyle vermiş ve seyircisini şaşırtmayı başarmıştı. Alamet-i Kıyamet’te eksik olan “bilinmezlik” durumu, ilerleyen sekanslarda seyircinin yalnızca merak duygusunu zedelemeye yol açıyor.
Polanski’den fazlasıyla etkilenen yönetmen, kamera açılarından mekân tasarımlarına, karakter seçimlerinden, hikâyenin işleyişine kadar pek çok yerde orijinal filmden referanslar ekliyor filmine. Hatta hemen her karede, tıpkı Rosemary gibi Elif’i de görmek mümkün olduğu filmde, pek çok plan Polanski’nin filminden esinleniyor.
Elif’in hamileliği boyunca yaşananlar, Rosemary’nin başına gelenlerle benzer bir akış içerisinde ilerleyip, halüsinasyon ve kabus sekanslarına eklemlenen Deccal ile korku öğesi bir parça yükseltilmeye çalışılıyor. Ancak Alamet-i Kıyamet’in “deccal” tasvirinin yetersiz olduğunun altını da çizmek gerekiyor. Makyaj ve kostüm açısından zayıf bir deccal tasavvuru sunan film, efektler konusunda da bir takım sıkıntılar yaşıyor. Benzer bir durum, filmin çözümlendiği sekansta da yaşanıyor. Elif’in yaşadıklarının müsebbibi olarak gösterilen fikrin, bir parça abartı durduğunu da itiraf etmeliyim.
Elif karakterine hayat veren Büşra Çubukçuoğlu dışında kayda değer bir oyunculukla karşılaşamadığımız Alamet-i Kıyamet’te, bu açıdan filmin taşıyıcı unsuru Çubukçuoğlu oluyor. Rosemary’s Baby gibi kadın karakteri bu denli ön planda ve hemen her sekansta olan bir filmin yorumunda, Elif’i canlandıran kişi oldukça önemliydi; neyse ki Çubukçuoğlu başarıyla altından kalkmış rolünün…
Özetle Alamet-i Kıyamet, meşhur klasiği farklı bir yorumla izlemek isteyenler için ideal ancak Türk korku sinemasına tür arayışı getirmesi dışında bir yenilik kazandırmıyor.
basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak