Sanat yalnızca gerçeğin peşine düşerse mi anlam kazanır?
Yazar: Misafir Koltuğu2006 tarihli “Başkalarının Hayatı” (Das Leben Der Anderen) filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kucaklayan yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck üçüncü uzun metraj filminde; Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçan ancak Nazi rejimi altındaki çocukluğunu ve komünizm gölgesindeki gençliğini unutamayan Kurt Barnert (Tom Schilling) adında bir sanatçının hikâyesine odaklanıyor. Aslında “Asla Gözlerini Kaçırma” Alman çağdaş ressam Gerhard Richter’in hayatından esinleniyor. Ancak Richter filmden hiç memnun olmadığını ve filmin gerçekleri çarpıttığını iddia ediyor. Film Richter’in adını hiç kullanmasa bile, yapacağınız küçük bir araştırmayla, film ve Richter’in hayatı arasındaki benzerlikleri fark edebilirsiniz.
Almanya siyasi tarihinin en çarpıcı dönemlerini arka plan olarak seçen film, Hitler’in iktidara gelişi ve II. Dünya Savaşı’ndan, Berlin Duvarı’nın inşa edildiği 60’lı yıllara kadar uzanıyor. Sayısız defa işlenmiş bu dönemle ilgili büyük laflar etmiyor film. Onun yerine odağına, Barnert karakteri aracılığıyla “gerçek” kavramını alıyor. Filmin en büyük derdi gerçeklikle ilgili. Gerçeğin peşine düşen bir sanatın anlam kazanabileceğini öne sürüyor. “Asla Gözlerini Kaçırma ”da yaratıcılığın, gerçekle ilişkili olduğunda ortaya çıktığına şahit oluyoruz.
Film 1937 yılında modern sanat eserleri üzerinden propaganda yapmak isteyen ve Hitler’in emriyle açılan “Dejenere Sanat Sergisi” sekansıyla açılıyor. Sergilenen eserleri aşağılayan ve küçük bir çocuğun bile bunlardan çok daha iyisini yapabileceğini söyleyerek gerçeği yansıtmayan bu çalışmaların anlamsız olduğunu ifade eden rehberin cümleleriyle açılan filmin açılış sekansındaki bu olaylar, karakterleri ve filmin olay örgüsünü şekillendirmekle beraber, filmin sanat söylemini de oluşturuyor. Filmin, ana karakter Kurt Barnert’in kendini ve sanatını bulma yolculuğu olduğunu söylemiştim. Daha küçücük bir çocukken, filmin ilerleyen bölümlerinde “kusurlu” diye gaz odasına gönderilen teyzesiyle birlikte bu sergiyi gezen Kurt, yaşadığı yer olan Dresden’in yerle bir edilmesiyle, bu kez de Doğu Almanya Komünist Yönetiminin katı baskısıyla baş etmek durumunda kalır. Sanatın özgürlüğü konusunda Nazilerle neredeyse birebir örtüşen Komünistler, Toplumsal Geçeklik dışında hiçbir sanat anlayışına sıcak bakmazlar. Barnert, üniversitede tanıştığı Moda Tasarımı öğrencisi Ellie (Paula Beer) ile aşk yaşamaya başlar. Ancak Ellie’nin babası Profesör Carl Seeband’ın (Sebastian Koch) kızının ilişkisini engelleme çabaları Kurt’u bu kez de “Duvar”ın henüz inşa edilmediği ve görece daha rahat olan Batı Almanya’ya sürükler. Kurt’un kendini bulma çabası burada da devam edecek ve özellikle filmin son çeyreğinde ortaya çıkan ve bulanık eski fotoğrafları anımsatan kendine özgü tarzı belirginleşecektir.
Florian Henckel von Donnersmarck’ın yaratıcılık üzerine bir film olarak tanımladığı bu yapıtı, sanatla ve sanatın gerçekliğiyle ilgili noktalara değinirken derinleşip daha da güzelleşirken, aşka dair unsurların işlendiği kısımlarda ise neredeyse vasat bir melodrama dönüşmekten kurtulamıyor. Bunda da Paula Beer’ın hayat verdiği Ellie karakterinin hiç iyi yazılamamış olmasının etkisi büyük bence. Filmin bir diğer rahatsız edici özelliğiyse, müziğin gereksiz ve fazla kullanımı.
Yine de “Asla Gözlerini Kaçırma” üç saati aşkın süresine rağmen sıkılmadan izlenebiliyor. Bir sanatçının kendi tarzını bulma sürecini anlatması bakımından seyre değer bir film olduğunu söyleyebilirim. Filme dair eklemem gereken son noktaysa filmin Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adaylığının yanı sıra, görüntü yönetmeni Caleb Deschanel’in de En İyi Sinematografi dalında Oscar’a aday olması. Deschanel sanata dair olan bu filmin hakkını fazlasıyla veriyor.
Tuncay Tezcan
tuncaytzcn@gmail.com