Düşünme, söyleme, çek, vizyona sok!
Yazar: Fırat AtaçKorku filmlerinden fazlasıyla etkilendiğim çocukluk dönemimde, -amiyane tabirle- ‘çevremdeki insanların kameralarına salça olmuşumdur’. Adını üç kere tekrarladığımda yanımda beliren akıl almaz makyajlı ve komik kostümlü arkadaşlar, gördüklerimin kabus mu yoksa gerçek mi olduğuna karar vermeye çalışmamın görsel karşılığını ‘önce kıvran, sonra yataktan düş’ olarak bulduğum dahiyane çözümler hep bu yıllara tekabül eder. Günümüz Hollywood’unda hala aynı amatör ruha sahip olan yapımcı, yönetmen ve senaristlerin olduğunu görmek bana tarifi imkansız bir zevk veriyor bu yüzden(!) Sanki geçmişe yapılmış naif bir yolculuk gibi.
Amerika sinemalarında Ocak ayında 2000’den fazla salonda gösterime girerek, direkt DVD’ye düşen türdaşlarına ‘nanik yapan’ The Bye Bye Man’in artılarından başlayalım önce…Şimdi de eksilerine geçelim. Yurttan sıkılan ikisi sevgili üç arkadaşın takribi 92 odalı bir malikaneye taşınmasıyla başlıyor her şey. Geçmişinde kimi hadiseler barındıran evler emlak piyasasında ‘her daim kelepir’ olsa da 92 odalı bir malikaneye taşınmak? Hele ki ‘o olmasaydı maddi açıdan belimiz bükülürdü’ denilen üçüncü bir kişi varken. Bu kısmı fazla kafaya takmayalım en iyisi. Sevgililerin aynı odada kaldığını belirtmeme gerek yok değil mi?
İşin ilginci evin ucuz olmasını sağlayacak karanlık bir geçmişi de yok. Mesele içindeki bir sehpanın çekmecesinin altında yazılı olan ‘Bye Bye Man’ kelimesinde. Bir kere söylendi mi doğaüstü bir hastalık gibi insandan insana yayılan, kimi halüsinasyon ve cinnet nöbetlerine sebebiyet veren dört başı mamur bir lanet. Kötü bir fikir değil aslında. It Follows gibi biraz ama kötü değil.
Yazının başlangıcında verdiğim örneklerin unutulmaz sebepleri A Nightmare on Elm Street ve Candyman’le yakın akraba olan The Bye Bye Man’in ilk büyük hatası, filme adını veren öcüyü ortaya çıkarmak için tamı tamına bir saat beklemesi. O ana kadar gördüğümüz ne anlam ifade ettiği hiçbir zaman açıklanmayacak bozuk paralar, trenle ilgili rüyalar, bahçe duvarındaki tırnak izleri… Geriye kalan yarım saatlik bölümde bir gereklilik var: Öcünün mitolojisini bize açıklamak.
Açıklamamayı seçiyor filmin yaratıcıları. Geçmişte gerçekleşen bir katliama sürekli geri dönüşler yaparak açıklama kandırmacası yapıyorlar ama filmin ana kahramanının Google’a Bye Bye Man yazıp 0 (sıfır) sonuçla karşılaşmasından farksız bu. Neden korkmamız gerektiğini bilmiyoruz film boyunca. Öcüsünden kahramanına tam bir motivasyonsuzluk şöleniyle karşı karşıyayız.
Öcümüz Freddy ve Canydman gibi insan mıydı daha önce? Yoksa baştan beri ruhani bir varlık mıydı? Hadi ‘fazla kurcalamaya gerek yok, daha az bilgi daha fazla gizemdir’ noktasına tutunalım. Bunun da belli başlı şartları var. İşin içine araştırma safhası, polisler ve tüm durumu açıklayacak cameosuyla devreye girip dile getirdikleriyle filme hiç bir şey katmayan eşşiz Faye Dunaway giriyor. Filmin sonlarına doğru yaşlı bir kadını ziyaret etme zorunluluğu, zorunluluk olmaktan çıkalı çok oldu.
Kötü bir film The Bye Bye Man. Kötülüğüne yaklaşımımızda elbette ki iddialı görünmesinin de payı var. Ciddi sosyal medya desteği, tüm pespayeliğine rağmen vizyon yüzü görebilmesi, başrollerde ısrarla oyuncu yapılmaya çalışılan ‘ikinci sınıf Dane DeHaan’ Douglas Smith ve magazin kontenjanından Prens Harry’nin eski sevgilisi Cressida Bonas. Arada görünen Carrie-Anne Moss, Leigh Whannell ve öcü/yaratık oynamanın kalburüstü profesyonellerinden Doug Jones’u da anarsak iddialı olma hali daha da göze çarpıyor. Orijinal afişinin her yerine kazınan, filmin mottosu durumundaki ‘düşünme, söyleme’ The Bye Bye Man’i bizden de uzak tutabilseydi keşke.