Köprünün tam ortasında kalmak..
Yazar: Burçin AygünGerilimi yoğun, hikayesi detaylarla dolup taşan, karakterleri ilgi çekici ve her bir köşesinden içi dolu sürprizler fırlayan filmlerle karşılaşmak son zamanlarda iyice zorlaştı. Hele ki bunlardan bazılarını değil, hepsini birden bünyesinde barındıran usta işi projeler (büyük yönetmenleri saymazsak) izlemek, samanlıkta iğne aramaya benzedi. Pek tabii herkesin bir Brian De Palma ya da Alfred Hitchcock olmasını bekleyemeyiz. Ancak bu iki isim gibi sinema tanrılarını kendine en azından örnek olarak seçmek, onların yolundan yürümek isteyen sinemacılara da daha eleştirel gözlerle bakmak hakkımız.
Bu hafta vizyona giren ve gizem ve gerilim türündeki Karanlıkta, sağlam oyuncu kadrosu, ilgi çekici ve sürprizli hikayesi, keza içine alan atmosferi ile bu iki yakanın tam ortasında duran bir iş. Üstelik hikayesinin köklerinin yanında, anlatım tarzını da Hitchcock gibi devleri örnek alarak yapıyor. Hatta filmin başarılı açılışı, efsane yönetmenin Vertigo’sunu hatırlatıyor. Kısacası Karanlıkta’nın yönetmeni ve senaryo yazarlarından biri olan Anthony Byrne, yola oldukça güçlü hedefler koyarak çıkmış. Bu konuda yanında isim ise şu aralar birlikteliği süren Natalie Dormer. Game of Thrones dizisinin Margaery Tyrell ve hatta Açlık Oyunları serisinin Cressida’sı, bu yapımın hem başrolünde hem de senaryosuna imza atan iki isimden bir tanesi.
Sıradan bir cinayet ve korku içindeki tanık hikayesi gibi başlayan serüven türler arasında gezintiye dönüşüyor. Görme engelli piyanist Sofia (Natalie Dormer), üst komşusu Veronique (Emily Ratajkowski)’in erkek arkadaşı ile yaşadığı kavganın ardından pencereden düşerek öldüğüne tanık oluyor. Adının Marc olduğunu öğrendiğimiz adam (Ed Skrein) bir anda kayıplara karışırken, engelli müzisyen ise cinayeti duymadığını iddia ediyor. Soruşturmayla ilgilenen dedektif Mills (Neil Maskell) ise bunun bir yalan olduğunu düşünüyor. Bir süre sonra Veronique’in, soykırım sorumlusu bir savaş baronu Zoran Radic (Jan Bijvoet)’in kızı olduğunu öğreniyoruz. Çelişkiler arasında boğulan Marc ve bir anda ortaya çıkan ablası Alex (Joely Richardson)’ın da ortaya çıkışıyla işler iyice karışık bir gizem yumağına dönüşüyor.
Alfred Hitchcock’un o ciddi, karamsar, hatta yer yer ortamda nefes alması zor mekanlarda geçen filmlerini andıran Karanlıkta maalesef bunun ötesine geçemiyor. Dormer tarafından başarıyla canlandırılan Sofie’nin karanlık dünyası, özellikle de seslerin muazzam kullanımı sayesinde iyice öne çıkıyor. Filmin kötüsü olarak algıladığımız Marc ise kararsız bir karakter ve garip bir şekilde Sofie’ye takılı kalmış. Londra’nın, kahramanımızın hayatına destek çıkan bulutlu, yarı karanlık atmosferi, ortalamanın üstüne çıkan aksiyon sahneleri ve sıradan bir cinayetin çok daha ötesinde bir kötülükler zincirini barındıran yapımın en büyük eksikliği ise pek çok şeyin ambalaj olarak kalması. Evet, karakterler ilgi çekici, leziz bir görsellik var, üzerine çalışılmış aksiyon sekanları heyecan yaratıyor, evet, sert ve mühim bir bilinmezle sarmalanmış bir hikaye söz konusu ama bunlar tek başına yetmemiş.
Tabiri caizse, yönetmen Bryne ve Dormer’ın yazdığı senaryo, hedefin büyüklüğü karşısında biraz güdük kalmış. Çıtayı çok üst seviyelere çeken seyirciler için de tatmin etmesi zor bir ‘paket sunum’. Diğer yandan ise kötü bir yapım olmadığı gibi, izlemenin keyif verme olasılığı yüksek bir macera; eğlenmek, gerilmek, sırları çözmek ve biraz da şaşırmak için tercih edilesi bir film.
burcinaygun@gmail.com