Daha İyisi Olamazdı…
Yazar: Başak Bıçak“Resimler dışında başkalarıyla konuşmak olanaklı değil”
Vincent Van Gogh
Bundan birkaç yıl önce, Loving Vincent’ın çekildiği haberi yayıldığında sanat ve sinema çevrelerini müthiş bir heyecan kapladı. Modern sanatın kurucularından biri olarak kabul edilen Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un, resim disiplinindeki öneminin dahi önüne geçen enteresan kişiliğini ve hayatını kendi tabloları aracılığıyla beyazperdede izlemek, Van Gogh hayranları için enfes bir deneyime dönüşebilirdi… Nitekim öyle de oldu; Loving Vincent, bir başyapıt olarak sinema tarihine armağan edildi…
Resim, müzik, edebiyat, sinema vb. pek çok disiplinin tarihi, dâhilikle-delilik arasında gidip gelen, eserlerinin önemi yaşamı esnasında anlaşılamadığı için yoksulluk içinde ölen fakat ölümün ardından alanında çığır açmış veyahut yeni bir akım başlatmış tarihi şahsiyetlerle dolu… Ve şüphesiz, bu talihsiz kişilikler arasında en popüler isimlerinden biri resim sanatının önde gelen ismi Vincent Van Gogh’tur. Yine kendisi gibi post-empresyonist ressam Paul Gaugin’le, Arles’de yaşadığı tartışma sonrası kulağını kesip bir hayat kadınına hediye eden, psikolojik problemleri sebebiyle uzun süre akıl hastanelerinde tedavi gören ve nihayetinde 37 yaşında, bir tarlada kendisini tabanca ile vurarak yoksullukla geçen yaşamına son veren bir dahi, kullandığı teknikle modern sanatın kurucuları arasında yer alan bir öncüydü Van Gogh… Ölümünün ardından, yaşamı sırasında satılamayan tabloları değer kazanıp, 20. yüzyılın en popüler ressamları arasına girse de, onun resim sanatında açtığı yolun da önüne geçen bir tarafı vardı: Kişiliği…
Hayatına dair bilgileri, çok sevdiği ve son anına dek kendisine destek olan kardeşi Theo ile yazışmalarından öğrendiğimiz Van Gogh’un ölümü, (Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Theo’ya Mektuplar, meraklısı için enfes bir kaynaktır) bugün bile gizemini korumaya ve merak konusu olmaya devam ediyor. Saint-Rémy gibi pek çok akıl hastanesinde tedavi gördükten sonra iyileştiğini düşünen Van Gogh, sanatının en verimli son iki yılını geçirdiği Auvers-sur-Oise’e yerleşerek burada Dr. Paul Gachet tarafından tedavi görmeye devam etti. Ancak bir süre sonra beklenmedik bir biçimde hayatına son veren ressam, kendisiyle birlikte büyük bir sırrı da beraberinde götürdü. İşte Theo’ya yazdığı mektupların sonunda kullandığı imzadan hareketle isimlendirilen Loving Vincent, ressamın ölümünün bir yıl sonrasına ışık tutuyor ve Van Gogh’un neden öldüğü sorusunu yanıtlamaya çalışıyor.
Film, polisiye tarzda işlediği hikâyesini, Van Gogh’un ölümünden sonrasına yasladığı ve ressamın yaşamına dair sadece geri dönüş tekniğiyle bilgi verdiği için çokça eleştirilse de, aslında isabetli bir karar veriyor. Zira Van Gogh’un, popülaritesi dolayısıyla genel hatlarıyla zaten fikir sahibi olduğumuz hayatını yeniden işlemek filmin akıcılığına zarar verebilir veyahut merak duygusunu zedeleyebilirdi. Ancak Loving Vincent, şüphe duygusunu beslediği Dorota Kobiela ve Hugh Welchman imzalı senaryosu ile hiç beklemediğimiz bir heyecan duygusu yaratarak filmin finalini sabırsızlıkla beklememize yol açıyor ve bunu da, bir Van Gogh sergisi tadında yapıyor.
Loving Vincent’ı, bu denli eşsiz kılan unsur da zaten burada… 125 ressamın, 65 bine yakın kareyi, tek tek, özveri ve emekle, Van Gogh’un kendi tekniği kullanılarak yağlı boya tablolarının canlandırılmasıyla ortaya çıkan film, ressamın en mühim eserlerini beyazperdeye aktarıyor. Açılış sekansını, ressamın en ünlü tablolarından biri olan Yıldızlı Gece eseriyle başlatan film, hemen ardından Sarı Ev’i gördüğümüz tablosuyla devam ediyor. Sarı Ev’in önünde, ressamın portrelerinden biri olan Le Zouave ve Armand ile tanıştıran Loving Vincent, binanın içerisine girdikten sonra, yine Gece Kahvesi adını verdiği tablosunun bir canlandırmasıyla etkileyici bir başlangıç yapıyor… Eserlerinden tanıdığımız Postacı Roulin’in oğlu Armand’ın eline geçen bir mektupla, ölüm soruşturmasına dönüşeceğinin sinyallerini veren film, bir süre sonra Armand’ın peşinde Van Gogh’un ölümünün nedenlerini ve sorumlularını bulma/öğrenme araştırması çerçevesinde ilerlemeye ve siyah beyaz tabloların yer aldığı geri dönüşlerle, Van Gogh’un hayatının önemli yılları ile dönüm noktalarına dair bilgiler verdiği bir öyküyle anlatımına devam ediyor.
Her bir karenin, tuval üzerine yağlı boya tekniğiyle resmedilerek yaratıldığı, her karakterin ve mekânın, Van Gogh’un tablolarından hareketle oluşturulduğu, Yıldızlı Gece’yi, Ren Nehrinde Yıldızlı Gece’yi, Kafe Teras’ta Gece’yi, piyano başındaki Marguerit Gachet’yi, Paul Gachet’yi, kaldığı otelin sahibi Adeline Revoux’yu ve daha pek çoğunu izlediğimiz film, Clint Mansell’in leziz notaları eşliğinde dramatik, büyülü ve hüzünlü bir yolculuğa dönüşüyor. Robert Gulaczyk’ın Vincent Van Gogh’u, Douglas Booth’un postacının oğlu Armand’ı, Marguerite Gachet’nin Saoirse Ronan’ı ve Jerome Flynn’in Dr. Gachet’yi canlandırdığı Loving Vincent’ın asıl başarısı ise Van Gogh’un portrelerindeki kişilere ürkütücü derecede benzeyen oyunculardan oluşan castı… Bilhassa Van Gogh ve Dr. Gachet, akıl almaz bir benzerlikle filmin gerçeklik algısına büyük katkı sağlıyor.
Açıkçası Loving Vincent’a dair daha yazılacak çok şey, sıralanacak sayısız övgü var fakat yazıyı uzatıp sürpriz bozmaya gerek yok. Lütfen burada okuduklarınızla kalmayın; gidin bir bilet alın ve bu eşsiz deneyime ortak olun. Modern sanatın babalarından biri, beyazperdede sizi bekliyor…
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak