Hesabım
    Ben, Daniel Blake
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Ben, Daniel Blake

    Bir konserve kutusuna neler sığabilir?

    Yazar: Alper Turgut

    Bir küçük konserve kutusu, son yıllarda gördüğüm, çaresizliğe dair en büyük sahneyi barındırmayı beceriyor içerisinde… Gözyaşlarımız sığar da, öfkemiz bir kutuya sığar mı? Ya açlığımız, acılarımız, sancılarımız, kırgınlıklarımız, kırılganlıklarımız, bilcümle umutsuzluklarımız… Belki bütün (film) unutulacak, ama o parça (sahne), hep yaşayacak. Öylesine vurucu, öylesine çarpıcı, öylesine akılda kalıcı… Seksenlik usta Ken Loach, biz sıradan insanları, hala ve ısrarla sersemletmeyi başarıyor ve kaçmaya çabaladığımız gerçekleri, peşimize takıyor. Ustalık dönemine girdiğinde (20 sene evvel) ona katılan Paul Laverty ile birlikte, benzerlerine şahit olmayı bırak, bir ihtimal yaşadığımız, ya da yaşayacağımız hayat kesitlerini bulmakta ve kurgulamakta, artık daha hünerli, daha mahir. Sonra yerleştiriyor bir filmin içerisine bizden bir insanı ve resmen tek bir sahnede, dersini veriyor, yine ve yeniden… Evet, Ben, Daniel Blake, salt bir sisteme sitem filmi değil, halden anlamayan topluma da, yani sana, bana ve ona vereceği ayar var.

    Yılmayan bir adanmışlığın, dava adamlığının, birikimin, emeğin ve alınterinin adıdır ve karşılığıdır Ken Loach… Yarım asrı geçen bir süreyi düşünün, yönetmenlik koltuğuna oturmak, savrulmadan, yolda kaybolmadan sinemaya dair bir uzun yolculuğa çıkmak, üstelik usanmadan ve yorulmadan, harbiden her türlü saygıya, sevgiye ve övgüye değer! Hem de dizginsiz bir tüketimin ve kolayca vazgeçmenin çağında, alnının akıyla… Düşen Kadın’dan Kerkenez’e, Aile Hayatı’ndan Gizli Ajanda’ya, Ayaktakımı’ndan Minik Kuş’a, Ülke ve Özgürlük’ten Benim Adım Joe’ya, Ekmek ve Güller’den Demir Yolcuları’na, Afili Delikanlı’dan Özgürlük Rüzgarı’na, Duygudan da Öte’den Hayata Çalım At’a, Meleklerin Payı’ndan Özgürlük Dansı’na… Elbette son eseri, Altın Palmiyeli Ben, Daniel Blake, en iyi filmi ve mesleğinin zirvesi değil, ancak yeni gerçekçilikten uzak kalmayan, tastamam ve ona uyan bir Ken Loach filmi, hiç şüphesiz. Yaşını başını almış, işinin ehli, kalifiye marangoz Daniel, kalp krizi geçince, hayata tutunma sürecinde, sosyal yardıma muhtaç kalır. O, eşini yitirdikten sonra, tek başına kalmıştır, çocuğu yoktur, ancak her yalnız ve yaşlı adam gibi, çoktan dert babası olmuştur. Sağlığı yüzünden çalışamamakta, üstüne bürokratik saçmalıklarla boğuşmakta, cepteki az olan para da, giderek kurumaktadır. Eski tüfektir Dan Abimiz, bilgisayardan anlamaz, internetten çakmaz, dijital teknolojinin, kalemin kâğıdın yerine geçmesini algılayamaz. Tüm acının ve mantıksızlığın ortasında, aksasa da kocaman bir kalbi vardır onun, kimi komşularıyla arası iyidir, kaynaşmayı da kapışmayı da bilir, esprilidir, iğneleyicidir, tam tekmil emekçidir, emekçi…

    Sokağa düşenlerinin sayısı, gelişmemiş ülkelerden daha fazla olan gelişmiş memlekette (burada İngiltere, misal ABD’nin hali de malum), düzenin kuşa çevirmeyi denediği sosyal yardımın, hak ettiğinin karşılığını almanın zorluklarıyla, kahramanımızın sayesinde yüz yüze geliriz. Bizim yerli işi ve yılın iyisi Babamın Kanatları ile ortak noktaları olan bir film bu, araya sıkıştıralım. Sistemin çürümüşlüğünün, çalışanlarını robotlara çevirmesinin, yani insani duygulardan muaf hale getirmesinin eleştirisidir, öykümüzün ana hattı. Asgari ücret zammını tartışıyoruz şu günlerde, hani bir evin anca kirasına denk gelen mangırları… İşsizler, atanamayanlar, ek iş kovalayanlar, yardıma muhtaç kalanlar… Bu hikâye, bir avuç zenginin dışında kalanlara dair, yani çoğunluğa, yani Nazım’ın dediği gibi ‘büyük insanlığa’ dair, her an unutulma, dibe vurma, yok olma tehdidiyle yaşayanlara… Yolda karşılaşıp, başımızı çevirdiklerimize, görünce, sırtımızı döndüklerimize, düşene bir tekme, vurmadık belki, ama önemsemedik, bir şey ister diye çekindik, kim bilir, aynı durumda olma ihtimalinden korktuk belki, günün birinde… İşte, her neyse…

    Kapitalizm, vahşi kapitalizme dönüşmekte, cicili bicili liberal söylemleri boş verin, nüfus arttıkça, doyacak mide çoğaldıkça, devlet, sosyallikten vazgeçip, var olan hakları kırpıyor, güzelce buduyor, muslukları kısıyor, koşullarını azdırıyor, hasta olmanı bile istemiyor, haaa paran varsa, o başka. İşte Daniel Blake, kaderinin, bir devlet görevlisinin dilinin ucunda olmasını kabullenemiyor, haklıyken reddedilmeyi, direndikçe ötelenmeyi, denedikçe örselenmeyi kucaklıyor, iliklerine dek! Benim adım var, benim bir hayatım var, ben bir insanım, ben bir numara değilim diyor, futbol takımıyla meşhur, kasaba irisi Newcastle’da… Bizim farkımıza varın diye bas bas bağırıyor Daniel Abi, kurtaranlara, durun, arkada kalanlar da var diye haykırıyor. Tutunamayanlar varken, bunca bencillik neden diye soruyor. Söyleyeceğini söylüyor, bizim gibilere asla acımayın ha, sadece farkımıza varın, suskun kalmayın sakın, görün, sövün, öfke duyun. Ken Usta da diyor ya hani; “Bir hikâye anlatacaksanız; güzel diye değil, anlatılması gerektiği için anlatmalısınız” İşte o hesap!

    Hah! Unutmadan, oyunculukların altını çizelim. Özellikle böylesi ağır mevzuda sırıtmayan, komedyen Dave Johns, resmen Daniel Blake ile döktürüyor. İki çocuğuyla, yaşama sarılan Katie karakteriyle, diğer başrolü sırtlayan Hayley Squires de hiç altta kalmıyor, şiir gibi oynuyor. Büyük öykü, sıkı aksiyon, dev prodüksiyon, efekt falan filan arıyorsanız, bu filmde bunlar yok, süs gibi yükten muaf, çokça bildik, basit, yalın, temiz, öz ve saf bir hikaye var, gücünü de gündelik yaşama yakınlığından alıyor. Mesaj kaygısıyla, dramatik yapıdan da ödün vermiyor. Hayat gibi akıp gidiyor işte, daha ne olsun?

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top