Hey gidi Karadeniz!
Yazar: Alper TurgutDenizi hırçındır, hoyrattır, kara alanı ise diktir, dardır, haliyle yaşamak zordur. Güzelim memlekette, elbette yoksulun koşulları yaman, hali dumandır, ancak Karadeniz’de hayata tutunmak, feleğin çarkına çomak sokmaktır, başlı başına… Göç verir Karadeniz, gidenler, yeni bir hayat uğruna, büyük kentlerde toplaşırlar, ısrarla ve inatla Kuzey’de kalanların sayısından daha çokturlar belki de. Peki, ya meşhur inatlarını kuşanıp, ekmeğini, emeğini taştan çıkarmaya, her koşulda tutunmaya çabalayanlar? Haçan onların hali nicedir? Evet, Kalandar Soğuğu, sinemanın hala sanat olduğunu, çok şükür bize hatırlatan, ülkemiz sinemasında iyi, özgün ve farklı projelerin hala çekilebileceğine inandıran bir film olmuş. Ne güzel!
Antalya ve İstanbul dışında, yurtdışındaki uluslararası festivallerden de çeşitli ödüllerle dönen Kalandar Soğuğu, Mustafa Kara’nın ikinci yapıtı… Çekimleri bir buçuk sene sürmüş, film, beş yılda tamamlanabilmiş. Karadeniz’in müthiş doğasının eşlik ettiği bu imtina ve özen, sinema büyüsünü, böylelikle kadraja sığdırabilmiş demek ki. Hızlandırılmış, ıskalanmış, çarpıklaşmış yapımların coğrafyasında, çileli bir sürecin, kolektif emeğin ve ekip ruhunun, ne denli önemli ve değerli olduğunu gören her sinema tutkunu, Sezar’ın hakkını Sezar’a verecektir, hiç kuşkusuz. Çünkü sinemayı, salt tüketim malzemesi olarak gören anlayış, ‘fast food’ kültüründen azade değildir. Bir filmi, hamburger gibi lüpletmek ve gazoz niyetine kafaya dikmek yerine, kavurma yapıp geleceğe de bırakmak, şarap gibi eskidikçe değerlendiğini bilmek de gerekir. Yapıt, yalnızca bu nesle değil, gelecek kuşaklar için de çekilir, çekilmelidir. Kalandar Soğuğu gibi filmleri özel kılan, işte bu refleks ve büyüdür.
Yeşilin her tonunu kuşanan Karadeniz’de, Tabiat Ana’nın çok bonkör olduğunu düşünenler, kuşkusuz yanılırlar. Manzara çok güzeldir, havası, suyu keza öyle. Lakin gel benimle barın, al bunlar da nafakan demez, senin çabaladığını, uğraştığını, didindiğini görmek ister, saygını ve sevgini hissetmeyi bekler. Otoyolla, betonlaşmayla, çöplükleriyle, HES’leriyle, dünya cennetinin içine edildiğini bilir. Aslında intikam hakkıdır ya, her neyse… Kalandar Soğuğu filminin, son yıllarda çekilmiş en iyi yapıtlardan biri olmasının sebepleri arasında, atmosferi kadar, yansıtılan gerçekliğin payı da var. Bu doğallık, seyirciyi filmin içine katıyor, karakterin ruh halini anlamayı da kolaylaştırıyor.
Filmin başkarakteri Mehmet (aslında filmin başrolü doğaya ait), hayvanlarıyla iç içe yaşayan, karısı, biri Down sendromlu iki çocuğu ve annesiyle, dağ köyünde hayata tutunmaya çabalayan ve iyi bir yaşam için maden arayan bir adamdır. Neredeyse hep doğayla baş başa kalmakta, derme çatma yoksul yuvasına, her seferinde eli boş dönmektedir. Kar, sis, yağmur ve erken gelen soğuk (Kalandar Soğuğu), mevsimler değişmekte, aile içi sorunlar, büyümektedir. Zaten Mehmet’in kafasında birkaç tahtası eksiktir, aklı bir karış havadadır, işçi olmayı reddeder, bari Artvin’de Boğa güreştireyim der. Ve olaylar gelişir. Azimli, dirayetli kahramanımıza, masalsı bir finale kadar, eşlik ederiz, şehrin yapay ışıklarında, yıldızları bile görmekte zorlanan bizler, yani çoğumuz.
Trabzon’un Maçka ilçesinin Kuştul/Şimşirli köyünde çekilen filmde, Haydar Şişman, Nuray Yeşilaraz (tiyatro eğitimi almış bir hemşire kendisi, tebrik edilesi), Hanife Kara, İbrahim Kuvvet, Temel Kara, hayvanlar, bitkiler, doğa, hava, hep birlikte rollerinin hakkını vermişler. Tutarlı, şatafattan uzak, koşturmadan ilerleyen, kesinlikle bütünlük sergilen, çelişkilere değil, olaylar silsilesine, özetle kadere göre sona yürüyen Kalandar Soğuğu’nu kaçırmayın derim.