Lanthimos cephesinde yeni bir şey yok
Yazar: Başak BıçakYunan yönetmen Yorgos Lanthimos, epeydir merakla beklediğimiz dönem filmiyle nihayet arz-ı endam ediyor. Yunan Yeni Dalgası ya da Yunan Tekinsiz Dalgası adı verilen akımın en popüler ve başarılı isimlerinden biri olan Lanthimos, The Favourite ile ana akım sinemaya tam anlamıyla şimdi geçiş yaptığını resmi olarak ilan ediyor. Daha önce The Lobster (2015) ve The Killing of a Sacred Deer (2017) ile yine Hollywood’da film çeken yönetmen, The Favourite ile bu geçiş sürecinin asıl şimdi gerçekleştiğini bizlere gösteriyor.
Yönetmen sinemasını takip edenler aşağı yukarı bilir; kendi ülkesinde, kendi meseleleri sarmalında özgün eserler ortaya koyan yönetmenler ekseriyetle Hollywood’a geçiş yaptıktan sonra ticari sinemanın bir parçası haline gelerek -kaçınılmaz bir biçimde- kendi sinema anlayışlarından uzaklaşmaya başlarlar. Buna en yakın örnek olarak da, en son Everybody Knows’u çeken Ashgar Farhadi’yi veyahut geçtiğimiz yıl Oscar’ı kazanan Guillermo Del Toro’yu gösterebiliriz. Fakat açıkçası Dogtooth (2009) ve Alps (2011) gibi sıra dışı örneklerden sonra hala The Lobster (2015) ve The Killing of a Sacred Deer (2017) gibi kalburüstü eserler veren Lanthimos’un bu yönetmen furyasına entegre olmasına çok üzüldüğümü dile getirmeliyim. Zira The Favourite, daha önce defalarca başyapıt derecesinde örneklerini izlediğimiz bir türün, çok şık ve Oscar için hazırlanmış bir sunumundan daha fazlası değil. Son birkaç yıldır, “ayrımcılık” rüzgârları eşliğinde sinemayı şekillendiren ve itiraf etmek gerekirse, BlacKkKlansman, Black Panther, Green Book gibi filmlerin salt siyahi oyuncular içerdikleri ya da ırkçılık meselelerine değindikleri için Oscar’a aday gösterilmesiyle sonuçlanan bu manasız durum, aynı zamanda “film yokluğunda” The Favourite gibi alelade bir eserin de En İyi Film’e ve dahi toplamda 10 dalda adaylığına kadar uzanıyor. Daha önce birkaç kez değindiğim üzere, bu yılın adaylarına baktığımızda en hakkaniyetli seçimin Roma’dan yana olduğunu düşünüyorum ki, Roma bile benim için başyapıt mertebesine erişebilmiş bir film değil. Ancak diğer adayları değerlendirdiğimizde, evet, The Favourite de dâhil, hiçbirinin bu Oscar’ı Roma kadar hak ettiğine inanmıyorum ve Lanthimos’un bu denli Oscar’a oynamasını sineması adına üzücü buluyorum.
Filme geri dönecek olursak; Lanthimos, bir dönem filmiyle epik sinemaya küçük bir göz kırparak İngiliz tarihinin enteresan bir sürecine tanıklık etmemizi sağlıyor aslında bir bakıma… Tıpkı Stanley Kubrick şaheseri Barry Lyndon’da olduğu gibi bir Barok dönemin bestecisi olan Haendel’in notalarıyla açıyor filmini… Concerto Grosso eşliğinde izlediğimiz açılış sekansı Kraliçe Anne’in (Olivia Colman), herhangi bir bilgi verilmese de, taç giyme merasimi olduğunu tahmin ettiğimiz törenden hemen sonrasıyla başlıyor. Bu esnada yanındaki Lady Sarah’ya verdiği küçük ölçekli bir saraydan aralarında su sızmayacak kadar sıkı bağlar olduğunu öğreniyoruz ki nitekim Lady Sarah’nın bundan sonraki süreçte politik gücü ve ülke işlerindeki karar mercii durumunu fark ettikçe, gerçekte de Kraliçe Mary’nin zayıf iktidar anlayışı ve depresyonları sebebiyle bir kuklaya dönüştüğünü düşünüyoruz. Bu bir bakıma doğru, on sekiz kez hamile kalan ancak sadece beş tanesini sağlıklı olarak dünyaya getirebilen Kraliçe Anne’in daha sonra eşini de kaybetmesi, bu duygusal iniş çıkışlarının en büyük sebebi haline geliyor. Ancak Kraliçenin basiretsiz yönetimi aslında sadece onun karakterinden kaynaklı değil zira bir süre önce, 1640’ta Charles Stuart’ı idam etmiş, 1688 Şanlı Devrimini yaparak II. James’i tahtan indirmiş, yayımladıkları Declaration of Rights ve Bill of Rights ile İngiliz krallarını bir daha koyu bir mutlakiyetçilikten ve “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” olma durumundan bahsedemez hale getirmiş İngiliz Parlamentosu ve İngiliz halkı, bu yönetim şeklinin asıl sebebi… Zira filmde de karşılaştığımız üzere, parlamentonun iki kanadı olan Whigler (İskoçya’nın batı kanadındaki kral karşıtı Püriten köylüler) ve Toryler (Kral dostu İrlanda haydutları) bu başarının asıl müsebbipleri ve aynı şekilde film boyunca karşılaştığımız siyasi faaliyetlerde, Kraliçe’nin tutumundan, parlamentonun gücüne kadar bunun nüvelerini görmek mümkün hale geliyor. Kral dostu Tory’lere yakın olan Kraliçe Anne, siyasi meseleleri tamamen Lady Sarah’ya bırakıyor ve kendi hezeyanları içerisinde yaşamını sürdürüyor.
Bu noktaya kadar normal seyreden süreç, gerçekte de var olduğu üzere, bu ilişkiye üçüncü bir kadının dâhil olması ve ikili arasındaki “yakın” ilişkinin entrika ve biraz da “çamur” sosuna bulanmasıyla devam ediyor. Açıkçası beni hayal kırıklığına uğratan durum da burada başlıyor zira son ana kadar bu öykünün giderek absürtleşeceğini -Lanthimos etkisi- ve bambaşka bir noktada sonuçlanarak bizi şaşırtacağını düşünüyordum. Ve evet, eğer daha önce kadınlar arası bir iktidar savaşı izlememiş olsaydık ya da bu kadınların savaşına aşkın karışmasından mütevellit, komplike bir ilişki ağını görmemiş olsaydık, (burada Kraliçe Anne’in söz konusu ilişkileri konusunda bir kesinlik olmadığını da not düşmek gerek) Lanthimos’un The Favourite’ini bugün gerçekten çok enteresan bir hikaye olarak addedebilirdik. Ancak epik sinema tarihi bunca çirkin, korkunç, şaşırtıcı ve hatta akıl almaz kraliyet hikâyeleriyle dolu olduğu ve bu hikâyeler de, “doğaları gereği” entrika yumağı içerisinde geliştikleri için, benim adıma ne Kraliçe Anne için savaşan kadınlar etkileyici ne de bu savaşın tüm ihtişamıyla beyaz perdeye aktarılması ve seyircinin gözüne ziyafet çekmesi ilgi çekici… Öyle ki, onca örneği saymak yerine salt kostüm ve dekor bakımından ele aldığımızda (yukarıda Barry Lyndon’dan bahsettiğim için tekrarlamıyorum) basitçe Sofia Coppola imzalı Marie Antoinette bile daha heyecan verici, hatta aristokrasinin durumunu belgelemesi açısından karamsar ve yorucu anlatımına rağmen en yakın örneklerden La Mort de Louis XIV’un bile daha çarpıcı olduğunu söylemek The Favourite’in sıradanlığını ortaya koymakta yeterli oluyor. Eğer The Favourite’in aristokrasiye yaklaşımını çok enteresan buluyorsanız, sinema tarihinde biraz daha gezinmenizi tavsiye edebilirim.
Bu noktada düşüncelerime, zaten artık belli başlı senaryo formüllerinin yeniden/farklı yöntemlerle çekildiği ve bunu neden Lanthimos’un yapamayacağı eleştirisi getirebilir. Doğrudur, elbette çekebilir ki çekti de zaten, ancak bu filmi Lanthimos yerine başka bir yönetmen çekmiş olsaydı kuvvetle muhtemel böyle bir yazı yerine, daha çok tarihsel arka planından bahsedip, derli toplu, özenli bir çalışma olduğunu anlatacaktım. Fakat söz konusu kişi, ekstrem öykü anlatımıyla sevdiğimiz, politik ve etik sınırları alabildiğine nev’i şahsına münhasır stiliyle zorlayan Lanthimos olunca, bu geriye gidişi dillendirmek kaçınılmaz oldu.
Geri gidişten bahsetmişken; bu durumu Lanthimos’un meşhur hayvan imgeleminde dahi görmek mümkün çünkü söz konusu tema bu kez öylesine bayat bir hal alıyor ki, sırf Kraliçe Anne’in çocuklarını kaybetmesine atfedilen tavşan sevgisi, bittabi burada bir parça cinsel tema da var, absürt hikayeleriyle tanıdığımız Lanthimos sineması bakımından bir başka hayal kırıklığı yaratan unsur oluyor. Senaryoda imzası olan Deborah Davis ve Tony McNamara ikilisinin bunda payı büyük ki zaten özgünlüğüyle öne çıkan bir yönetmen sinemasının, tıpkı auteur yaklaşımının bir getirisi olarak “camera-stylo”daki gibi bir parça, “her şeye hâkim olma” düsturunu takip etmesi gerektiğine inanıyorum. Yorgos Lanthimos’un The Favourite’deki hatası, ekseriyetle filminin hikâyesini başka ellere teslim etmesinden kaynaklanıyor.
The Favourite’in en iyi tarafına gelince… Şüphesiz oyuncu yönetiminin ve performanslarının kusursuzluğu, filmin pek çok kişi tarafından sevilmesindeki en büyük paya sahip. Ve elbette burada takdir edilmesi gereken asıl isim, filmi bir gövde gösterisine dönüştüren Olivia Colman… Rolü için 16 kg alan oyuncu, bilhassa filmin ikinci yarısından itibaren Emma Stone ve Rachel Weisz’i gölgede bırakacak kadar devleşiyor…
Lafı daha fazla uzatmadan özetleyecek olursak; The Favourite genel hatlarıyla iyi kurgulanmış, gösterişli fakat Lanthimos sineması açısından ciddi bir geri adım. Sinemada son yıllarda yükselişe geçen bilgisayar teknolojileri, defalarca izlediğimiz için nasıl ki artık bizi heyecanlandırmıyorsa; iyi bir kostüm ve mekân tasarımı kılıfıyla sunulmuş kraliyet entrikaları da ancak o kadar “nefes kesici” oluyor. Sinemada klişeye karşı değilim, ufacık bir zekâ ya da özgünlük kırıntısında dahi heyecan duymaya hevesli bir sinemaseverim. Ancak The Favourite, bunların hiçbirisini sağlayamadığı için Oscar hesapçısı bir film olarak Lanthimos’un filmografisine bir halka daha ekliyor.
basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak