Hesabım
    Hatıraların Masumiyeti
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Hatıraların Masumiyeti
    Yazar: Murat Özer

    Orhan Pamuk’un ilk dönemini sevenlerden, hatta o dönemdeki romanlarına bayılanlardan biriyim. Ancak, ilerleyen aşamalarda, iyi bir hikâye anlatıcısı olmayı sürdürse de, daha çok ‘güzel cümleler’ yazmak ve ‘hikâye kurgusu’ üzerine kafa yormakla idare etmeyi tercih etmiş gibi gelir bana. Anlayacağınız, biçimi içeriğin önüne koyan bir tavır söz konusudur yazarın geç döneminde. İtiraf edeyim, kitapları edinsem de belli bir aşamadan sonra Orhan Pamuk’u okumayı bıraktım. “Masumiyet Müzesi” de pas geçtiğim kitaplarından biri...

    Masumiyet Müzesi”ni okumadan “Hatıraların Masumiyeti” (Innocence of Memories) üzerine yazma eyleminin nasıl gerçekleşeceğini sorguluyorsunuz kuşkusuz, haklı olarak. Yazı, biraz da bu sorunun cevabı olacak, ama ‘ilk söz’ olarak şunu söyleyebilirim: Bu belgesel, kitabı okumuş olanlardan ziyade okumamışların ‘iştahını kabartmak’ için çekilmiş izlenimi verdi bana. Bir ‘proje film’ diye de düşünebiliriz “Hatıraların Masumiyeti”ni. Bu proje amacına ulaşıyor mu derseniz, kısmen başarıldığını söylemekle yetineyim şimdilik.

    Gelelim bu belgeselin -kitabı okumadan- hissettirdiklerine... Bir ‘kolaj’ gibi “Hatıraların Masumiyeti”. Roman, müze, Orhan Pamuk, Yeşilçam nostaljisi ve İstanbul ayaklarından oluşuyor bu kolaj. Aslına bakarsanız, yönetmen Grant Gee’nin bu kolajı iyi toparladığını, bir bütün oluşturacak biçimde kurguladığını söylemek mümkün, tabii ki Orhan Pamuk’un olanca desteğiyle. Bir hayatın kilometre taşları gibi gelişirken ‘kırık bir aşk hikâyesi’ni de içinde barındıran, öte yandan İstanbul’u Orhan Pamuk’un gözünden takip etmemize fırsat veren, bunu da ‘geçmişe özlem’ motifiyle süsleyen bir belgesel bu. Yazarın pek sevdiğini gayet iyi bildiğimiz ünlü “Vesikalı Yarim” filminin ayak izlerini takip eden aşk hikâyesi, bir yandan da ‘müze’yle ete kemiğe bürünüyor, ki meselenin en dikkat çekici yanı da bu. Uzun yıllara yayılan aşkın hatıralarını yaşatan müze, Nick Cave’in “Dünyada 20.000 Gün” (20,000 Days On Earth) belgeselinde bahsettiği kişisel müzesini hatırlatıyor. Tıpkı oradaki gibi, ‘belleğin kaybı’nı engelleyen bir çaba bu. Bellek yitip gittiği zaman hatıralar da kayboluyor veya deforme oluyor çünkü. Nasıl yaşadığından ziyade nasıl hatırladığın önemli hale geliyor. ‘Not düşmek’ istiyorsan, hatıralara güvenmemek gerek anlayacağınız. Filmin adındaki gibi, onlar alabildiğine ‘masum’ ama yanıltıcı olabilecekleri de bir gerçek.

    Belgesel, İstanbul’a bakışıyla bir miktar ‘yabancılık’ çekiyor sanki. Ben Hopkins’in “Hasret”inde (Sehnsucht) de karşımıza çıkan bu hissiyat, burada daha farklı boyutlarda ve yabancılıktan ziyade ‘uzaklık’la anlamlanıyor. Uzaklıktan kastımızsa belli bir ‘mesafe’den bakmaya çalışması. Bu da Orhan Pamuk’tan kaynaklanıyor kuşkusuz; bir yandan ‘kırık bir aşk hikâyesi’nin sıcaklığına inanmamızı beklerken, öte yandan da ‘soğuk’ bir İstanbul silüeti yansıtıyor bize. İki arada bir derede kalmışlık, belgeseli de zedeliyor tabii. Aşk acısına kendimizi kaptırmışken soğuk duvarlara çarpmaktan kurtaramıyoruz kendimizi, sürekli önümüze çıkıyorlar. Orhan Pamuk kendini anlatıyor, romanı anlatıyor, aşkı anlatıyor, İstanbul’u anlatıyor, müzeyi anlatıyor, ama anlatmadığı/anlatamadığı bir şeyler kalmış gibi hissediyoruz. Bu eksiklik, ‘güzel’ görünen belgeseli de ‘eksik’ kılıyor. Ayakları prangalanmış bir şekilde ilerlemeye çalışıyor sanki “Hatıraların Masumiyeti”.

    Seviyor, ilgiyle izliyor, yapılan işi takdirle karşılıyoruz, ama bir adım ötesine geçmemizi sağlayacak ‘güç’ün eksikliğini de hissediyoruz.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top