"Biz sadece hayatta kaldık. O kadarı yeterli. "
Yazar: Oktay Ege KozakKonu savaş filmleri olunca kahramanlık ve fedakarlık dolu, mitolojiye kaçan derecede dramatize edilmiş hikayeler görmeye alıştık. Hemen hepimiz ideolojik bakımdan kendimizi bir savaş alanının ortasında bulsak ne denli kahramanlıklar yapacağımıza dair fanteziler kurarız. Fakat işin gerçek tarafına gelince, bombalar düşmeye ve kurşunlar iki adım ötemizde vızlamaya başlayınca, hayatta kalmanın kendisinin bir bakıma cesaret, ve evet, kahramanlık olduğunu görebiliriz, eğer savaşın onuru hakkında öğrendiğimiz romantizmi bir kenara bırakmayı becerebilirsek.
Christopher Nolan’ın ilk karesinden son karesine kadar tansiyonu bir an bile düşürmeyen şaheseri Dunkirk, olabildiğince gerçekçi bir biçimde seyirciyi savaşın ortasına koyuyor ve sinema koltuğumuzun rahatlığında bile hayatta kalmak için neler yapabileceğimizle bizi yüz yüze getiriyor. Nolan’ın olağanüstü bir incelikle montajlanmış 106 dakikalık ‘savaş simülasyonu’yla 2. Dünya Savaşı’nın politikası, ideolojileri, tarihteki önemi, ve benzeri makrokozm meseleleri incelemekle ilgilenmediği ortada.
Filmin tek amacı seyirciyi üç değişik mekanda (Yer, hava, ve su) kişisel bir konuma sokmak, ölenlerle öldürmek, yaşayanlarla yaşatmak. Er Ryan’ı Kurtarmak’ın o meşhur ilk on beş dakikası vardır ya, seyirciyi filtresiz bir kinetizm ve dürüstlükle savaşın ortasına koyan? İşte o on beş dakikayı bir uzun metraj filme dönüştürün, Dunkirk’ün ne kadar kuvvetli, gergin, ve sonuçta hayret uyandıran bir deneyim olduğunu anlamaya başlarsınız.
Günümüzün en yetenekli ve cüretkar yönetmenlerinden biri olduğunu düşündüğüm Nolan’ı eleştirenler, genelde onun karmaşık senaryolarının uzun açıklamalı diyaloglarla dolu olmasından yakınırlar. Bu eleştiriler bana hep haksız gelmiştir, çünkü Nolan’ın amacının safi boş eğlence olduğunu düşündüğümüz gişe sinemasına Interstellar veya Inception gibi kozmik derinlikte fikirlere sahip olan filmler oluşturmasını savunurum hep. Tabi konular bu kadar karmaşık olunca, uzun açıklamalarla dolu olmasını da beklemek lazım biraz. Nolan bir yandan ‘çok uzun açıklıyorsun’ diye eleştiriliyor, diğer yandan da ‘çok karmaşık, anlamıyorum’ diye. Bazen tatmin etmek zor seyirciyi.
Nolan, Dunkirk ile ona bu tür eleştiriler sunanlara bir çift orta parmak gösteriyor neredeyse ve olabilecek en az hikaye ve diyalog ile ne denli nefes kesen ve tatmin eden bir sinema deneyimi yaratabileceğini kanıtlıyor. İlk bakışta abes bir karşılaştırma gibi gelecek biliyorum, ama Dunkirk bir bakıma son yılların en başarılı aksiyonu Mad Max Fury Road’un savaş draması versiyonu gibi. İki film de ilk saniyesinden itibaren tamamen görsel bakımdan etkileyici kinetik aksiyona odaklanıyor.
Hikayenin ilk perdesini sakin bir karakter ve hikaye oluşumuna odaklamaktansa, nefes kesen aksiyon sahnelerinin arasında kısa replikler ve çabucak geçen görsellikler ile oturaklı bir senaryo yaratıyor Nolan. Alman güçlerinin Dunkirk plajında esir kalmış İngiliz ve Fransız askerlere durmadan yaptığı saldırıların arasındaki bir kaç saniyelik sessizlikte on sahneye sığacak duyguyu, hikayeyi ve karakter gelişimini araya sıkıştırmayı başarıyor. Filmin bu kadar az diyalog ile geleneksel hikaye yapısı olmadan bir filmden çok, sadece etkileyici bir deneyim olacağını düşünüyoruz izlerken. Fakat araya serpiştirilmiş kısa sahnelerin bizi karakterlere ne kadar yaklaştırdığını, finaldeki duygusallığın suratımıza birden tokat gibi çarpmasıyla anlıyoruz.
Nolan, gerçek Dunkirk savaşındaki askerler deneyimsiz olduğu için oyunculuk deneyimi pek olmayan bir kadro yaratmış. İşte belki de bu yüzden pop yıldızı Harry Stiles gibi isimler var ve hepsi projenin gerçekçiliğini yakalamayı beceriyor. Deneyimsiz kadroyu Kenneth Branagh ve Tom Hardy gibi ağırsikletler destekliyor. Hans Zimmer’ın tansiyonu yavaş yavaş yükselten muazzam müziği ve filmin görkemli ses dizaynı, Dunkirk’ün sinema salonlarında, hatta bulabileceğiniz en büyük ekranda izlenmesi gerektiği sebeplerinden sadece ikisi. Ağızları açık bırakan kadrajlarla dolu 70 milimetre sinematografiyi de unutmayalım.