Hesabım
    Frantz
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Frantz

    Geçmişte tutsak...

    Yazar: Ali Ercivan

    François Ozon, 2007 tarihli Angel filminden sonra ilk kez bir dönem filmi yapmaya kalkışmış. Bu kez uyarlama değil, özgün bir senaryoyla. Frantz, Birinci Dünya Savaşı ertesinde Almanya’da başlayıp Paris’te biten ama tematik olarak Ozon’un günümüze dair işlerinden de ayrılmayan bir yapım. Bunun Ozon’un olgunluk dönemi filmi olduğunu söylemek, daha kariyerinin erken dönemlerinde olağanüstü olgunluk ve bilgelik sergilediği diğer filmlerine haksızlık olur. Yönetmenin daha ziyade bir büyük yapıma kalkışası gelmiş sanki...

    Film, Alman taşrasında genç bir kadınla açılıyor. Siyahlar içinde, belli ki matemde, mezarlığa bırakmak için seçtiği beyaz çiçeklerle kasabasının sokaklarında yürüyen ve bir iki savaş gazisinin laf atmalarına aldırış etmeden mağrur bir ifadeyle yoluna devam eden Anna’nın öyküsü bu... Bir yıl kadar önce, Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde cephede hayatını kaybetmiş olan nişanlısı Frantz’ın mezarına gidiyor. Ve o gün beklemediği bir manzarayla karşılaşıyor. Mezarın üstünde bir başkası tarafından bırakılmış çiçekler var.

    Frantz’ın doktor babası ve ev hanımı annesiyle birlikte yaşıyor hâlâ Anna. Üç kader ortağı, hâlâ Frantz’ı kaybetmenin acısını içlerinde yaşıyor. Kasabadan gelen bir evlilik teklifine sıcak bakmıyor Anna. Hayatını sürdürmeye hazır değil çünkü. Geçmişte tutsak kalmış. Tıpkı kayınvalidesiyle kayınbabası gibi...

    Bir sevdiklerinin ölümüyle başa çıkamayan, her an onun anısıyla ve acısıyla yaşayan bu insanların öyküsü tam da Ozon’a dair olan... Ve Frantz’ın mezarını ziyaret eden esrarengiz Fransız genci Adrien’in hayatlarına girişiyle yer yer renklenmeye başlıyor ailenin yaşamı da... Adrien’in kim olduğu ve neden oraya geldiği, Anna’yla ve Frantz’ın ailesiyle arasındaki tansiyonlu ilişki filmin büyük kısmını taşıyan dinamik. Bir Ozon filmi izlediğimizin farkındayız. O yüzden bu gizemin iki çıkışı olduğunu da tahmin edebiliyoruz. Adrien ya sevgilisi Frantz’ın ya da katili! Bu soru işareti bile, Frantz’la Anna arasındaki duygusal bağı son derece ilgi çekici kılmaya yetiyor.

    Bir de şu katmanı var tabii filmin... Adrien kendisine düşman gözüyle bakılan bir ülkenin sokaklarında dolaşıyor. Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra Nazizm’in ilk işaretlerinin yavaş yavaş yükselmeye başladığı bir dönemdeyiz. Frantz’ın babası Hans da ilk anda sert tepki gösteriyor Adrien’in hayatlarına girişine... Şüpheyle bakıyor bu genç adamın bir anda oğlundan bahsetmeye, ondan bahsederken ağlamaya başlamasına...

    Filmin en güçlü anlarından biri, Hans’la Adrien’ın, Frantz’dan kalan bir kemanı, sanki Frantz’ı toprağa verirmiş, tabutunun üstünü kapatırmış gibi kutusuna geri kaldırdıkları sahne... Frantz’dan kalan her şey, onları birbirine ve geçmişe bağlıyor. Adrien, Frantz’la anılarından bahsederken, bunların gerçek mi yoksa uydurmam mı olduğunu bilmesek bile, ailenin siyah beyaz dünyası bir anda renkleniyor.

    Filmin renklendiği bu anlar, Xavier Dolan’ın Mommy’de çerçeve oranıyla (aspect ratio) oynayışını hatırlatıyor. Dolan’ın instagram fotoğraflarını hatırlatan bir formattan sinemaskoba geçişten çıkarmayı umduğu anlam, Ozon’un da siyah beyazla renkli arasında gidip gelirken amaçladığıyla oldukça yakın. Bu trüğün bir yerden sonra naif, neredeyse ucuz bir etki bırakması da Dolan’ın elde ettiği sonuçtan çok farklı değil doğrusu.

    Bu filmin zaafı, aslında doruk noktasını, yani Adrien’ın Frantz’la bağını öğrendiğimiz andan itibaren, filmi taşıyan tansiyonun da sona eriyor olması. Evet, film yine Anna’nın yolculuğuna odaklanarak devam ediyor. Ama belli bir süre ister istemez daldan dala atlamaya başlıyor. Odağını kaybediyor. Tekrar Adrien üzerinden bir odak yakaladığında, roller tersine dönüp bu kez Anna kendisine yabancı ve düşman olarak bakılan Fransız topraklarına girip Adrien’ın yaşadıklarına benzer şeyleri yaşamaya başladığında bile filmin ilk 60-70 dakikasını taşıyan tansiyon yakalanamıyor. Ozon’un anti-militarist söylemlerini de yer yer fazla çiğ, fazla göze sokarak dillendirmesi işin tadını kaçırıyor. Gizem unsurunu kaybeden film, sıradan bir melodramın kalıplarına sıkışıyor. Bu da gayet Ozon-vari bir damar olarak görülebilir tabii. Fakat “Anna hayata tekrar bağlanacak mı? Geçmişe tutsaklığından kurtulup hayatını yaşamayı başarabilecek mi?” soruları, çok da sağlam veya özgün bir çatı değil doğrusu.

    Görüntü yönetiminden müziklerine, kostüm tasarımlarına kadar çok şık bir iş var karşımızda. Oyuncular arasında özellikle Adrien rolündeki Pierre Niney müthiş bir sinema yüzü. Ama sanki film, Adrien’ın bindiği o trende bitti. Sonrası gerçekten kimsenin umurunda değil. O andan sonra ne duygusal gerilimi ne de merak unsuru kalıyor işin. Lafı sakınmanın manası yok, açıkça sarkıyor, bel veriyor. Frantz’ı Ozon’un en iyileri arasında görmek bu yüzden zor maalesef.

    Twitter: aliercivan

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top