Diyarbakırlıymış Adı Bahtiyar...
Yazar: Atlantisten Gelen Adam12 Eylül Diyarbakır Cezaevi... Ülkece karabasana sokulduğumuz, dış devletlerin piyonuna dönmüş ve onurunu kaybetmiş bir devlet yönetimi... Darbe sonrasında, tüm Türkiye’nin karakolları ve askeri mahkemeleri, bu ülkenin en güzel evlatlarının ruh ve bedenlerinde tahribat yaratmak için ellerinden geleni yaptılar ve bugünümüzü yarattılar. İşte bize bugünümüzü sağlayan en “mukaddes” yapı; Diyarbakır Cezaevi ve orada yaşanan karanlık gün ve geceler ilk defa sinemaya aktarıldı.
Oldukça sert ve eleştirel bir gözle kameraya alınan film, düşük bütçesine rağmen, yaşananları hakikatli ve inandırıcı bir biçimde izleyiciye aktarıyor. Müziklerini haysiyetli müzisyen Vedat Yıldırım’ın hazırladığı bu cesur filmin yönetmenlik hanesinde Yılmaz Güney’in asistanlığını da yapmış olan Muhammet Arslan’ın imzası var.
Film tamamen gerçeklere dayalı, yaşamış karakterlere yaslanan bir senaryoya sahip.
Diyarbakır cezaevinde işkence gören ve geleceğin “meşhur” gerillalarından, geçtiğimiz yıllarda katledilen Sakine Cansız, hücre koşullarını ve cezaevindeki işkenceleri protesto etmek için kendini asan Mazlum Doğan gibi karakterlerin trajik hayatları beyazperde’ye yansıtılıyor.
Otuz yılın üstünde bir zaman aralığında, 12 Eylül Faşist darbesine maruz kalmış tüm insanların yaşadığı acılar kulaktan kulağa yayılırken, cop sokmadan dışkı yedirmeye, Filistin askısından falakaya, insanlık onuruna ters tüm devlet uygulamaları, bu defa sinematografi yoluyla izleyiciye sunuluyor.
12 Eylül Faşist darbesi sonucunda, resmi kayıtlara göre toplamda 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 230 bin kişinin açılan saçmasapan davalarca yargılandığı ve 937 sinema filminin “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle yasaklandığı ve yüzlerce kişinin cezaevlerinde şüpheli şekilde canlarını yitirdiği o karanlık yılların en kanlı ve dramatik, kabus dolu anları Muhammet Arslan’ın bakış açısıyla, eleştirel bir gözle mercek altına alınıyor.
Film, düşük bütçesine rağmen yer yer inandırıcılıkta ve oyuncuların hakikatli rol kabiliyetlerine bağlı olarak etkileyicilikte sınırları olumlu anlamda zorluyor. Özellikle Yüzbaşı Esat’a “ayar verilen” sahne, mahkum – gardiyan ilişkileri ve dönemin zor koşullarına dair bazı sekanslar, ortalama izleyicinin tahammül sınırlarını zorlayacak bir gerçekçilikle, vurucu bir biçemde perdeye yansıtılıyor. Prodüksiyon bağlamında eleştirilebilir bu film, bana göre ele aldığı konu açısından ilgiyi hakediyor.
Olumsuz olarak gördüğüm dini bazı referansları biraz zorlama olarak görsem de –benim kişisel tercihim burada önemsizleşiyor-, genel hatları itibariyle ilgiye değer bir film; hele ki Kürt meselesinde çuvalladığımızın ve yaşadığımız coğrafyanın İsrailleşme sürecinin göstergesi şu akıl yoksunu kara günlerde muhakkak izlenmeli diyorum. Film Leyla Zana’dan Ahmet Türk’e, Kemal Pir’den Abdullah Öcalan’a sayısız gerçek karaktere göndermeler içeren yapısıyla, politik eleştirel bakış açısından taviz vermeden ve nispeten tarafsız olmayı da deneyerek ilerliyor (Elbette ki bu filmin Kürt Hareketi’ne içeriden bakma kaygısı taşıdığı gerçeğini de yadsımamak gerekiyor. Bu “içkinliğin” ve empati duygusunun belli oranda bir tarafgirlik meselesi yapılabileceği aşikârdır. Filmin yapısal olarak akrabalığı, 90’lar öğrenci hareketini ve Kürt solunu konu edinen Bahoz adlı yapım dersek meramımızı anlatmış oluruz. Sanıyorum ki bu “taraf olma” durumu, bu minvalde daha net anlaşılacaktır). Filmin bir Kürt Midnight Express’i olarak değerlendirilmemesi gerektiğinine olan inancım, işkence yapmayı reddeden askerlerin durumuna dair diyaloglarla katmerleşiyor ki belki az sayıda da olsa “iyiliğin tarafını reddetmeyen” karşı kampın gül dikenleri biraz daha vurgulansa daha anlamlı bir bakış açısı yakalanabilirmiş dedirtti bana. Yine de, sembolik ve vurgusu zayıf da olsa işkenceyi ya da şiddeti reddeden askerlere değinmek yerinde olmuş.
Kanlı Postal’a izlemeye giderken milliyetçi önyargıları ve devletçi refleksleri, 1980 yılından bugüne hakim kılınmış genel paradigmayı girişte vestiyere bırakmayı ihmal etmeyiniz ve kan dökmeye zorlanmış örgüt mensupları bir yana, en azından salt “suçu saz çalmak” olan yitik ve bahtiyar bir kuşağın anısına saygı duymak için kendinizi biraz olsun zorlayınız...
Twitter: @atlantisliadam