Bir Neruda olsa da bize de şiir okusa...
Yazar: Duygu KocabaylıoğluŞili’nin efsane figürlerinden şair, yazar, senatör ve de ‘komünist’ Pablo Neruda’nın 1940’ların sonundaki kaçak/sürgün yaşamını bir kesit alarak beyazperdeye taşıyan yapım, 69. Cannes Film Festivali'nde Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde kendisine yer bulan Pablo Larraín’in imzasını taşıyor. Tony Manero, Post Mortem, No ve The Club’tan sonra yine sinefillerin gözdelerinden biri olacak bir filme imza atan Larrain, kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor; bilakis festivalin sabah 8:45 seansını tıklım tıklım doldurtarak, filmini ayakta alkışlatıyor.
Şiir seversiniz sevmezsiniz, komünizmi desteklersiniz ya da nefret edersiniz; ya da tamamen nötrsünüzdür. Hiç fark etmez. Politik görüşünün yanı sıra dünyada edebi anlamında ‘büyüklüğü’ tartışılmayacak birkaç isim vardır; Gael Garcia Marquez, Nazım Hikmet, Pablo Neruda… Larrain imzalı Neruda işte tam da bu bakış açısından yola çıkıyor, vizörünü baş kahramanına böyle doldurtuyor. Eyyy başkan González Videla! Sen kellesini istesen de, yatağından yurdundan da sürsen de, Şili halkı şair Neruda’ya hayran; onu hep sevdiler, hep de sevecekler ve sen ne yaparsan yap korumaya devam edecekler! Larrain bu mesajını başkanın Neruda’nın peşine taktığı baş dedektifin iç sesiyle veriyor tüm film boyunca.
Sezar’ın hakkı Sezar’a, dedektif Oscar Peluchonneau’yu canlandıran Gael García Bernal, rolünün altında ezilmeden, en az Neruda’ya hayat veren Luis Gnecco kadar iyi oynuyor. Resmi eşi olamayan hayat arkadaşı ressam Delia del Carril‘i canlandıran Mercedes Morán ise bir kadının bir erkeğin hayatındaki yerini yan bir karakterden çok öteye taşıyan bir performans sergiliyor. Dali’nin için karısı Gala, Kafka için Milena her ne ise Delia da Neruda için aynı şeyi ifade ediyor. Sonsuz aşk, sonsuz bağlılık ve edebi sevgi! Tabii bu sevgi, şarabın hayat kadınlarının çıplak vücutlarından su gibi aktığı çılgın geceler yaşanmasına bir engel teşkil etmiyor. Tüm eğlenceler ve güzel kadınlar bir yana, Delia başka yana. ‘Aşk Tanrısı Şair’ olarak anılmak belki de biraz bunu gerektiriyor; kim bilir…
Filme dönecek olursak, dedektif Peluchonneau’nun çok fazla kullanılan anlatıcı sesi dışında, neredeyse kusuru olmayan yapım, 2 seneyi aşkın süren yeraltı direnişini ve kedi-fare oyunu şeklinde sürekli yer değiştiren Neruda’nın polisin nefesini ensesinde hissettiği her an yaşadığı ikilemli gerilimi çok iyi veriyor. Neruda sözüm ona ve de hatta gerçekten ne polisten ne kellesini isteyen başkandan korkmuyor, ama ne hapse girmek istiyor ne de ölmek. Tek arzusu gönlünce yaşayıp, şiirlerini yazdığı sürece Şili halkına hizmet edecek komünist yapıları sisteme yerleştirmek. Bu ülküsünü bir gün gerçekleştirmek üzere mi kaçıyor, hayatta kalma güdüsünün verdiği güçle mi, film boyunca bunu kestirmek seyirciye kalmış. Filmin en duygusal noktasının evsiz, dilenci kıza sarıldığı an olduğunu ekleyip, filmin Neruda’nın edebi yönüne verdiği dengeli ağırlığı da görmezden gelmeyin derim.
Pablo Larraín adaşı için o kadar güzel bir film ortaya koymuş ki tadı damakta kalıyor; sinema salonunun kapısından çıkar çıkmaz raftan şiir antolojisini çekivermek istiyorsunuz.
Sahi kaçımız 1945'te "seçimle iş başına gelen" başkanın adını ezberden hatırlıyor; kaçımız için Pablo Neruda 1973'ten bu yana ölümsüz; kaçımız Nazım'ı mahkum ettirenin adını biliyor...