Hesabım
    Osmanlı Subayı
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,0
    Yetersiz
    Osmanlı Subayı

    Temkinli bir aşk hikayesi...

    Yazar: Banu Bozdemir

    Türkiye -Amerika ortak yapımı olduğunu söyleyen, ismiyle milliyetçi sükse yapmayı hedefleyen Osmanlı Subayı zayıf senaryosundan dolayı birçok tedirginlikle karşımıza çıkıyor ve başta ettiği büyük lafların çoğuna sahip çıkamıyor. 1915 yılını baz alan film Türk Ermeni sorunsalına nereden bakacağını pek bilemediği için sonuna kadar bir aşkın çapsız hikayesine yaslanıyor. Fatih Akın imzalı The Cut, özellikle de The Promise filmine yapılan bombardımanla kıyaslanınca bu filmin gişeye doğru eller üstünde taşındığını, özellikle de imdb yorumlarının ve puanlarının yükselişe geçtiğini söyleyebiliriz. Sonuçta olay belli: Osmanlı Subayı!

    Türk Subayı İsmail ile Amerikali hemşire Lillie arasında vuku bulan aşkın detaylarını kesilmiş kareler arasında aramaya çalışıyoruz. Tamam siyasi olarak temkinli davranmayı bir yere kadar anlayabiliriz ama müslüman bir subayla Amerikalı hemşirenin öpüşmesine makas vurulmasını gayet vasat bir çaba olarak gördüğümü söyleyemeliyim. Öpüşme meselesine takılmamızı da öğütleyen filmin taa kendisi. Çünkü bir aşk öyküsünden besleniyor. Ama bu üçlü duygularla yaşanan aşkın inandırıcılık sorunu da fazlasıyla ön planda. İsmail ve Lillie arasında filizlenen aşkın temelleri camide atılıyor ve yol boyunca ivme kazanan yakınlık belli bir duygusal safhada tutuluyor. Ama ne çare!

    Filmin başında Lillie'nin ettiği ‘dünyayı değiştirmek istiyorum ama değişen ben oldum’ tarzı lafı, bir kadını ancak aşk çemberine sokarak tamamlanıyor. Yani o lafın büyüklüğü lafta kalıyor. Aşkın diğer ucunda ise Amerikalı doktor Jude var. Van'da kalmasına sebep olan şey ulvi olarak gösterilse de onun Ermeni çetelerle işbirliği yaptığı gözleniyor. Tabii bir de Lillie'ye ifade edemediği duyguları subay İsmail'e içten içe geliştirdiği kin ve kıskançlık olarak öne çıkıyor.

    Filmin teknik aşamalarına çok fazla sözüm yok, olması gereken bir yol, başarılı bir sanat yönetimi ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Ama hikayenin nedenleri ve sonuçlarıyla yolunu pek belli edememesi, zaman zaman bu hikayenin neden çekildiğini sorgulatıyor insana. Lillie'nin doktor olan abisinden kalan tıbbi malzemeleri Türkiye'ye, yoksulluk ve savaşla boğuşan insanlar adına Van'a getirmek için yollara düşmesi iyi bir hikaye başlangıcı gibi duruyor ama ilerlemediği için etkisini yitiren bir sarmala dönüşüyor.

    Osmanlı subayını oynayan Michiel Huisman'a iki tane Türkçe laf öğretmekten öteye gidemeyen Türkçülük ruhu, iki oyuncuyu öpüştürmeye gelince bir anda aslan kesiliyor. Asıl bu filmi ulvi duygularla izleyecek olanların takılması gereken şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Filmin Türkçe fragmanlarında fazlaca öne çıkarılan Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem'in görüldüğü sahneler filmde fazlasıysa etkisiz kalıyor. Sırf Türkiye Amerika ortak yapmı diye iki başarılı oyuncuyu bu filmde iki üç dakika göstermek pek etik değil açıkçası.

    Gelelim genelde pek içacıcı filmlere imza atamayan yönetmen Joseph Ruben'e... Osmanlı Subayı ile IMDb puanını bir hayli yükselten yönetmen (filmden dolayı) yine ısmarlama bir iş yapmış olmasının dezavantajlarını yaşıyor bana göre. Çünkü senaryonun sindirilmemiş hali bir yerlerden fışkırırken, her Türk/Osmanlı ibaresini gördüğü yere sorgusuz sualsiz koşanlar yüzünden imdb puanı o denli yüksek. Bakalım izlediklerinde o yükseltilmiş duyguların sinemasal karşılığını bulacaklar mı?

    İsmail bir avuç Ermeni köylüsünü Türk askerlerinin yani kendi askerlerinin elinden kurtarmaya çakışırken yaralanıyor. Burada Lillie'de yanında. Film belki de bu uzlaşmacı sahneyi verebilmek için onca şeyi önümüze getiriyor. Bir de Süleymaniye’nin içinde uhrevi bir biçimde dolaşıyor kamera. Akdamar Adası’ndaki kilisenin de gösterilmesini beklerdim. O zaman tam ortadan bakılmış olurdu belki de…

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top