Pastoral bir dram...
Yazar: Su BahadırSon dönem çocukların olduğu dram yapımları bir hayli ön plana çıktı. Mavi Bisiklet, Rauf ve Sivas bu gibi çocukları merkezine yerleştiren pastoral dramlara başarılı örnekler. Bu kategorinin bir diğer adayı da Beyaz Balina. Moby Dick'in büyüleyici hikayesine tutulan 2 çocuk, ikisi de apayrı birer dünya, ancak ikisini bağlayan devasa bir dostluk...
Beyaz Balina filminin bir bölümü gerçek bir hikayeden esinleniyor. Ailesini kaybederek dedesinin köyüne taşınan küçük Ali ve doğduğundan beri köy dışında bir şey bilmeyen küçük Vahap. İkisinin ortak kümesi ise yıllara meydan okuyan Beyaz Balina romanı oluyor. Ali yaralı bir çocuk, Vahap ise öfkeli. İkisinin birbirlerine iyileştirme şansı doğuyor. Vahap'ın karakteri Ali'ninkine göre çok daha fazla çatışma barındırıyor. Babasıyla çatışmalı ilişkisi, annesinin yetebildiğince verdiği sevgisi ve şefkati, Vahap'ın köyde tecrübe ettikleri... Okulu sık sık asan, hırsızlık yapan, yeni tanıştıklarına karşı kötü olan bir çocuk Vahap. Ancak Ali'nin karakterinin derinliği, yardımseverliği, iyiliği Vahap'ı da değiştiriyor. Bu iki çocuk arasındaki akışa, çocukların ne kadar gaddar ve ne kadar masum olabileceğine dair başarılı bir örnek teşkil ediyor.
Vahap'ı canlandıran Efe Karaman geleceğin parlak isimlerinden biri olabilir. Doğal bir oyunculuk, aynı anda hem duygulandırıp hem de umut verebilen bir performans. Acımasız baba rolündeki Umut Karadağ'ın da performansı izleyicileri kendinden korkutacak kadar başarılı. Kaan Ürkmez her ne kadar boynu bükük bir çocuğu oynasa da Karaman'ın ulaşabildiği seviyeye ulaşamamış. "Koreli" karakteri ise filmin başından sonuna kadar bir gizem olarak kalarak seyircilerin ilgisini çekiyor. Atilla Pekdemir'i ise 3 yıl aradan sonra beyazperdede görmek güzel bir sürpriz oldu.
Majid Majidi'ye bol bol gönderme var filmde. Dili yaklaşmaya çalışmış. Pastoral doku bol, ağır çekim sahneler bol, gün ışığından çokça faydalanılmış. Filmin köyde geçmesinin avantajları sonuna kadar zorlanmış kısacası; bu açıdan biraz eğretiye kaçan noktalar da yok değil.Filmin genel akışında müzik kullanımı ise aşırı kaçmış. Benzer notalar sürekli olarak seyircinin kulağına doluyor; müziksiz geçen sahne yok gibi. Müzik kullanımında aşırıya kaçılması seyirciyi ilk yarıda rahatsız etmese bile sonlara doğru bir hayli yoruyor. Ancak renk kullanımları bir hayli güzel, görüntü yönetmenliği tatmin edici ama ve renk seçimi genel olarak başarılı.
Bazı sahnelerde polenlerin uçuşması, rüzgarların esmesi fazla dramatize dursa da, senaryo açışından bir paralellik söz konusu. Zira filmde kitap okuma/okutma coşkusu dışında neredeyse umut verici hiçbir şey yok.
Baştan aşağıya acı dolu karakterler, yaralı ruhlar, talihsizliklerle dolu bir geçmiş... Nasıl ki resim sanatında en karanlık tabloda bile bir noktada dengelemek için açık renk kullanımı gerekiyorsa, bir yedinci sanatta da öyle olduğunu düşünüyorum. Filmde seyirciyi çökerten pek çok acı ve dram olmasına rağmen umut verecek ve tutunmasını sağlayacak dal sanki özellikle eksik bırakılmış...
Ancak bu anlaşılabilir bir aksilik. Zira film Doğu Türkistanlı sinemacı Uygur Öztürk'ün Türkiye'de çektiği ilk uzun metrajlı sinema filmi. Her ilk filmin handikapları olur ki yabancı bir sinemacının bu coğrafyada, bu coğrafyanın insanlları ve koşullarıyla iş yapmaya çalıştığını unutmamak gerek. Finale doğru seyirciye ağır gelebilecek dram yüküne karşı da uyararak bu hafta sonu yanınızda mendillerinizle salona gitmenizi tavsiye ederiz!