“Çok şey söylemek isterken, hiçbir şey söyleyememek”
Yazar: Başak BıçakFransız yönetmen Claire Denis, bilim kurgu türündeki ilk İngilizce filmiyle bu yılki İstanbul Film Festivali’nde seyircisiyle buluştu. Film çekimleri için oyuncularına astronot eğitimi aldıran Denis’in merakla beklenen filmi beklentileri karşılayamasa da, art house bilim kurgu sevenlerin ilgisini çekebilir.
İnsanoğlunun yakın zamanda yaşadığı en heyecan verici gelişmelerden biri olan ilk “kara delik” görüntüsünden hemen önce izlediğimiz High Life, benzer bir bilinmezliği aydınlatma fikrinden ortaya çıkan ve daha önce mahkûm olan bir grup astronotun, alternatif bir enerji kaynağı bulmak için bir kara deliğe doğru seyahat etme görevini merkezine alan bir film. Hep yazılır; bazı filmler şema itibariyle kâğıt üzerinde heyecan verici veyahut sıra dışı görünebilir fakat iş film olma haline geldiğinde, senaryodaki duygunun seyirciye geçmesinin önünde bir takım engeller ortaya çıkabilir. High Life, işte bu engelleri aşamayan ve biçemi, filme dair tüm parçaların önüne koyarak seyircisiyle arasına duvar ören bir film. Estetik kaygılar ve metaforik anlatım çabasının öykü yapısına zarar vermesi, karakterlerle ve hikayeyle bağ kurmayı güçleştirdiği gibi; söz konusu stili lineer olmayan bir anlatımla desteklemek filmin izleyiciyi ele geçirmesini imkansızlaştırıyor. Başka bir deyişle High Life, makro ölçekte çok fazla şey söylemeye çalışan fakat bunları mikro düzeyde anlattıklarıyla destekleyemeyen bir film. Hiç şüphesiz ki enteresan bir fikre sahip ve bilhassa karakterlerin geçmiş yaşamlarıyla, içindeki bulundukları yeni konum ve rollerin tezatlığı ile dünyada oldukları sırada yaptıklarıyla, onu özleme hallerini gösterme şekilleri; bir parça sürpriz bozarak detaylandıracak olursak dünyada öldürenlerin, uzayda insanoğlunu devam ettirme çabaları hikâyeyi gerçekten merak uyandırıcı hale getirmeye yarıyor. Fakat bu parçalar birleştirildiğinde, High Life’ın iyi bir film olduğunu söylemek hala mümkün olmuyor zira ana karakter de dâhil olmak üzere tüm karakter yapıları, seyirciye mesafeli ve geçirdikleri dönüşüm onları anlamamıza yetmiyor.
High Life’ın bahsi geçen bakış açısı karakteri ise Robert Pattinson’ın canlandırdığı Monte… Film, Monte ve bir bebeğin içinde bulunduğu bir uzay gemisiyle açılıyor ve bir süre sonra geminin mürettebatının akıbetini öğrenirken, flashbacklerle Monte’nin geçmiş yaşantısına dair bilgiler alıyoruz. Bu esnada kuyuya atılan kanlı bir nesne sekansı (elmaya benzettim) günah kavramının geminin ve dolayısıyla mürettebatın hayatlarının bir parçası olduğunu tanımlarken, bizlere karakterlerin geniş bir portresini de çiziyor. Zira ömür boyu hapis cezası almış bu insanlar, bilimsel bir deneye katılarak astronot oluyor ve hapishanede geçirecekleri zamanı, başka bir hapishanede, bir uzay gemisinde yıllarını harcayarak ödüyorlar. Zaten bu sebeple geminin yapısı, bu hapishane düşüncesi fikrine de hizmet edecek şekilde tasarlanmış. Ancak film, daha en başından bazı hatalara düşerek, bilim kurgu yapısını zedelemeye ve inandırıcılığını kaybetmeye başlıyor. Açıkçası bu durumun, oyuncularına astronot eğitimi aldırmış titiz bir yönetmenin bilinçli tercihi olabileceğini düşünmek akla daha yakın ancak bilime uygun olmadığının da altını çizmek gerekiyor.
İlerleyen sekanslarda tanıştığımız diğer karakterlerden en dikkat çekici olanı, kuşkusuz filmin en sıra dışı sahnesiyle hatırlanacak olan Dibs, yani Juliette Binoche… Bir cadı ayinine dönüşen mastürbasyon sahnesi ve mürettebat üzerindeki deneyleriyle Dibs, filmin mutlak kahramanı, zira Dibs’in dışında filmde hikâyeyi sürükleyen herhangi bir şey olduğunu söylemek epey zor. Salt birkaç diyalog ya da sahne ile film, felsefi, sosyolojik, dini, etik ve dahi politik pek çok kavram üzerine söylemler geliştirmeye çabalıyor ancak bana kalırsa bu taban -bu kısım spoiler içeriyor- “uzayda bile olsa önce siyahîler ölüyor” gibi yavan bir anlatımdan öteye gidemiyor. Filmin, her şeye rağmen cesaretini ve girişimini takdir ediyorum fakat üzerine saatlerce düşünülecek, sekans sekans inceleyip tartışılacak bir film arıyorsanız, sinemanın derinliklerine dalmak en mantıklı… High Life, fikri bakımdan yoksul ve bunun bilinciyle şiddet ve cinselliği, bilhassa yukarıda adı geçen sahnede kullanmayı akıl etmiş bir film. İşe yaramış mı? Bir noktaya kadar evet. Ancak türe aşina seyirci için çok da matah bir seçim olmayacağını ve filmi kurtarmaya yetmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Tüm bunlara ek olarak filmin finale doğru yükselen ancak hikâyeye hizmette yetersiz kalan çatışması ve kuru finali de pek çok seyirci için tatminsizlik boyutunu arttıracak bir unsur. Bu denli enteresan, dünyada var olamamış ve dünya dışına atılmış, suçlu ve kimilerine göre günahkâr bir topluluğun bir araya getirilip, bu kadar zayıf bir çatışma etrafında birleştirilmesi ve nitelikli söylemler geliştirememesi (burada doğa üzerine düşüncelerinin diğerlerinden daha katmanlı ancak yine de orijinal olmadığını belirtmekte fayda var) filmin dayanaklarının ne kadar güçsüz olduğunu ortaya koyuyor. Özetle High Life’ın, meraklısı için tercih edilebilir fakat beklentileri karşılamakta zorlanan bir film olduğunu söyleyebilirim. Takdir sizin…
basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak