“SENİ CEVİZLİ BAKLAVADAN DAHA ÇOK SEVİYORUM”
Bir tarihsel anlatımı film tekniğiyle anlatabilmek sanırım en zor olanı. Tarihin, tarihçilerin anlatımları dışında, tarihlenen olayların tanıklarının da anlatımlarını içeriyor olması bu zorluğun çok yönlü boyutlarına işaret eder. Bu tanıklıkların resmi tarihle hiç bitmeyen mücadeleleri ise önemli bir başka boyuttur. 1915 olayları bu tanıklıkların, üzerinden 101 yıl geçse bile mücadelesine farklı tekniklerle devam ettiğini gösterir. Yönetmenliğini Aren Perdeci ve Ela Alyamaç’ın üstlendiği ve 1 Nisan 2016’da vizyona giren “Yitik Kuşlar” filmi, bahsi geçen mücadelenin film tekniğiyle toplum ve tarih nezdinde tedavi edici bir role bürünmesidir.
Yazılı tarihin egemen gücünün toplumun geniş kesimlerine yansıması ve beraberinde getirdiği bellek kaybı, sanatın ve edebiyatın pencerelerini tarihe açtığı ölçüde yeniden kazanılacaktır. Sanat, kendi hedefine doğru evrilirken neyi, nasıl anlatacağını kuşkusuz kendi seçecektir. Sanatın, resmi ideolojiye başat ya da karşıt bir duruş sergilemesi sanatın içinden bakıldığında sorunsuzdur. Ancak, sosyal ya da politik bir gözle bakıldığında eleştirmek kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan, bir kurgu filmin asıl derdi tarihsel bir durumu bir belgesel formunda bir bütün içinde sunmaktan ziyade, bir olayın küçük bir kesitini sunmaktan ibaret olabilir. Dolayısıyla, bütün-kesit ilişkisi içinden yapılacak eleştiriler sanatın diliyle yapılan bir anlatımın dışından yapılan eleştiriler olacaktır. Sanırım ki, bütün-kesit ilişkisi, 20. yüzyıl doğa bilimlerindeki, her alana el atan bilimsel yaklaşımın eseridir. Bir doku hakkında bilgi edinmek için nasıl küçük bir kesiti mikroskop altına almak yetiyorsa, tarihsel olayların ne olduğu, tarihsel aktörlerin davranışlarını anlamak için de büyük olayları anlatmak, izlemek gerekmiyor. O tarihsel olayın içinden küçük bir zaman dilimi, güzel sunulmuşsa, çok şey anlatabiliyor. “Yitik Kuşlar” filmi bir tarihsel durumun – resmi ya da değil - küçük bir kesitini çerçeveleyerek bize bütünü gösterebilmesi açısından önemli bir film. Başrollerini Bedo (Heros Agopyan) ve Mariam (Dila Uluca) adlı iki çocuk oyuncunun üstlendiği filmin bize, küçük hikayelerin büyük hikayeye göre dikkat isteyen yoğun bir izleme ile daha derin düşünebilme/görme yeteneği kazandırdığını söyleyebiliriz. Hayatın içinden küçük bir kesit daha çok şiire yaklaşan bir yapıyı ihtiva ettiğinden bu tür filmler; şiir gibi yoğun, billurlaşmış ve özenlidir.
İki çocuğun gözünden 1915’te yaşanan Büyük Felaket’e ( Medz Yeğern) ışık tutan “Yitik Kuşlar” filmi, dikkatli bir izleyicinin gözünden kaçmayacak bir tarihselliğin de okunmasını sağlamaktadır. Dikkat edilirse, Bedo ve Mariam’ın prenses-şövalye oyununda mutlu bir altın çağ sunulur. Oysa, klasik ortaçağ edebiyatındaki prenses-şövalye hikayelerinde krallığa saldıran canavarlar vardır. Çocukların oynadığı bu oyunda belirli bir canavar temsilinden söz edemeyiz. Ancak bu canavarın görülmeyen bir el ile bu oyunu bozmaya çalıştığını her izleyici anlayabilir. Bedo ve Mariam’ı gece uykularında korkutan, yatak odalarına girerek onlara rahatsızlık veren ve çocuk masallarında çokça rastladığımız “Öcü” mitosu, hiç de farkında olmadıkları şekilde, bir felaketin gizli başkahramanı olarak simgeselleşecektir. Kötülüğün kaynağı bu canavar: İnsan’dır. Mitoloji, hurafe ve masallardan yararlanılan filmde yönetmenler, gerçekliğin görülmeyen yüzü ile bu masalları harmanlayarak, bir türlü kabullenmek istemediğimiz bir tarihi durumu yüzümüze çarpmaktadırlar.
Savaş halinde olan İmparatorluğun son yıllarında, savaşın etkilerinin henüz direkt olarak insanların hayatlarına sıçramamış olduğu Zadig bayramı (Paskalya) öncesinde yemek masasında bayramın kendileri için anlamını ve Tanrı’dan isteklerini dile getiren aile, bir taraftan da askerde olan babalarının yokluğuyla hüzne kapılırlar. İstekleri bellidir. Sevgi, barış ve bereket.
Film, yaşanılan tarihsel felaketi arka planda tutarak, Anadolu’nun küçük bir köyünde marangozlukla geçinen bir ailenin iki çocuğunun birbirine karşı duydukları o safiyane sevgi’nin büyüklüğünü sanatsal bir dille anlatır aynı zamanda. Tatlının çocukların anlam ve değer dünyasında bir kıyaslama unsuru olduğunu çok iyi gözlemlemiş olan senarist ve yönetmenler “Seni cevizli baklavadan daha çok seviyorum” cümlesine yer verirken, filmde kardeş sevgisine vurgu yaparlar. Diğer taraftan, bu vurgunun altında başka gizli bir anlam olduğunu düşünmeden de edemiyorum. Martin Luther King’in şu sözleri aklıma geliyor. “Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik; ama bu arada çok basit bir sanatı unuttuk: Kardeş olarak yaşamayı”. Kardeş olarak yaşamanın tadını anlatıyor film, doğa manzaraları eşliğinde çocuk oyunlarımızı eşelerken hafızalarımızda.
Bir de yaralı bir kuş var, adı Bacik. Ermenice’de “Öpücük” anlamına geliyor. Kuş figürü Ermeni mitoslarının can damarlarından bir tanesidir. Özellikle Turna kuşu (Grung). Ermeniler tarih boyunca oradan oraya sürüldükleri için, bu göçmen kuşun Ermeni kültüründe hüzünlü bir yeri var. Öyle tahmin ediyorum ki, filmin adının “Yitik Kuşlar” olarak belirlenmesinde de Turna kuşunun etkisi vardır. Ancak, derin bir izlemeyle filmde çocukların gizli mağaralarına – onlar saray diyorlar- giderken buldukları sonradan özgürlüğüne kavuşturulacak olan yaralı kuş bize daha çok; dünyevi olayları yüksek şuurla izle¬menin spiritüellikle mümkün olabile¬ceğini, bir bakıma kuş sembolizmi ile hatırlatıyor olabilir.
Yönetmenler Aren Perdeci ve Ela Alyamaç, kötülüğün kaynağında insan olduğunu keşfetmiş, bunu çocuksu sevmenin yüceliğiyle taçlandırmış, tüm hayal kırıklıklarına rağmen sistemin dayattıklarına düşlerinin gücü ile karşı koyan bir film yapmışlardır.
Tüm ekibi tebrik ediyor, filmin 1915 temalı başka filmler yapmak konusunda sinemacıları cesaretlendireceğini düşünüyorum.
03/04/2016, İzmir
Muraz Miraz Arslan