Kendi kendinin hayaleti olmak..
Yazar: Hande KaraYazı filmle ile ilgili bazı sürpriz bozanlar içerebilir!
Bazı filmler vardır, ya seversiniz ya nefret edersiniz, arası yoktur. Geçen yıl Cannes’da ilk gösterimini yaptığında, aynen bu tepkileri alan bizdeki ismiyle Hayalet Hikayesi, tam da bu tarz filmlere örnek verilebilecek cinsten bir film. Cannes’daki seyirci filmi ilk gösteriminde yuhaladı, ikincide ise alkış tuttu. İşte o an bu filmin ses getireceği de belli olmuş oldu. Filmin bizdeki vizyonu hayli gecikse de, sonunda bu hafta sinemalardaki yerini aldı.
Yönetmen Olivier Assayas, bir önceki filmi Clouds of Sils Maria’da olduğu gibi, bu filminin başrolüne de Kristen Stewart’ı yerleştirmiş. Açıkçası Stewart’ın bu tarz filmlerde oyunculuğunu gösterebildiğini düşünüyorum ve gayet başarılı buluyorum. O açıdan bence isabetli bir seçim olmuş.
Filmin genel konusuna bakacak olursak Hayalet Hikayesi bize, ikizini kalp krizi sonucu kaybetmiş genç bir kadın olan Maureen’in yas dönemini anlatıyor. Maureen ile kendisi gibi bir kalp hastalığı bulunan ikizinin birbirlerine verdikleri, hangisi önce ölürse diğerine bir mesaj gönderecek sözü, Maureen’in hayatını bu işarete endekslemesine yol açıyor. Maureen ikizi ve kendisinin bir çeşit psişik güçleri olduğuna ve kardeşinin onunla mutlaka iletişime geçeceğine inanıyor.
Hikayenin diğer tarafında ise, filme orijinal adını veren bir Personal Shopper hikayesi var. Maureen ünlü bir model adına kıyafet ve aksesuar alımı işi yaparak geçimini sağlayan genç bir kadın. Hiç görmediği, sadece notlarla anlaştığı patronuna kıyafetleri zamanında yetiştirebilmek için günü birlik geziler yapıyor ve belki de hiçbir zaman kazanamayacağı paralara satılan kıyafetleri ayakkabıları deniyor. Erkek arkadaşı ile Skype üzerinden görüşüyor. Bu esnada ise kardeşinden doğa üstü yollardan bir işaret beklerken, işaretin kullandığı akıllı telefon üzerinden gelmesi akılları karıştırıyor. Bu mesajlaşma macerası Maureen’i neredeyse bir cinayet zanlısı haline getirecekken, teknolojik bağımlılığımızın sınırları da yüzümüze çarpıyor. Maureen bir çok kez kendisini bir nevi medyum olarak tabir etse de, o aslında bir aracı. Başkası için alışveriş yapıyor, başkası adına telefon konuşmaları yapıyor, başkası adına kararlar veriyor ve hatta başkası gibi davranıyor. Peki ya Maureen gerçekten kim?
Filmin bu iki hikayesinin aslında söyledikleri ise oldukça derin bir toplum eleştirisi. Kapitalizmin hayaletleştirdiği insanlar ve o insanların medet umduklarının esiri olmaları üzerine derinleşen hikayeye, doğunun mistik ortamlarından birinde veda ediyoruz. Bu da elbette akıllara, yönetmenin finale oryantalist soslu spritüel bir dokunuş yapma isteği olduğunu getiriyor. Ancak durumun böyle olmadığını aslında final cümlesiyle anlıyoruz. Aradıklarımız aslında kendi içimizdekiler mi, hepimiz kendimizin birer hayaleti miyiz ve filmin final cümlesindeki gibi “Yoksa sadece ben miyim?” soruları zihnimizi kurcalarken, son düzlükte materyalist bir final ile kapanış yapıyor film.
Özetle Hayalet Hikayesi, bir gerilim/korku filmi izlemek üzere salona girenleri hayal kırıklığına uğratabilir, ancak beklentisiz girenleri de oldukça tatmin edebilir düzeyde türler ötesi bir film. Yazının başında da dediğim gibi, ya seversiniz ya nefret edersiniz. Hayalet Hikayesi, yalnızca tarafınızı seçmek için bile, izlemeye değer.