Bir film neden yapılır?
Yazar: Ali ErcivanBir film yapmanın sebepleri nelerdir? Bir öyküyü perdeye taşımayı neden seçer insanlar? Onca para, onca insanın emeği aylarca ve yıllarca neden tek bir projeye kanalize edilir? O hikayeyi anlatmaya değer görmek gerekir her şeyden önce, değil mi? İnsanların o karakterleri ve yolculukları bilmesinin önemine inanmak gerekir. Tutku gerekir. Bir projeye böylesine inanmak, onu kurguya dönüştürürken, bir filme dönüştürürken tutkulu olmayı gerektirir. Hele ki tarihsel önemi olan, ırkçılığa dair, kolonyalizme dair, emperyalizme dair bir öykü anlatıyorsanız bu tutkunun çok daha güçlü olması lazım değil midir? Bir film yapmanın ötesinde bir sorumluluk değil midir çünkü bu?
Aslında bu soruları Aşkın Krallığı (A United Kingdom) filminin yazarına, yönetmenine, yapımcılarına sormak isterdim... Ama onun yerine buradan sizlere iletiyorum şikayetimi. Çünkü uzun zamandır bu kadar tutkusuz, bu kadar ruhsuz, bu kadar basmakalıp bir film izlememiş olabilirim.
1947 yılında başlıyor filmimiz ve o dönemde İngiliz kolonisi olan Botsvana Krallığının varisi Seretse Khama’yla sıradan bir İngiliz genç kızı olan Ruth Williams’ın aşık olmasını anlatıyor önce. Seretse ve Ruth’un evlenme kararı sadece aileler tarafında değil, büyük bir diplomatik krize de yol açıyor. Botsvana, Güney Afrika’daki İngiliz Cape kolonisi tarafından idare ediliyor. Ve Seretse tahta çıkmaya hazırlanırken, Apartheid uygulamaları, yani beyazlarla siyahları tamamen ayrıştıran baskıcı sistem yürürlüğe giriyor. Dolayısıyla ne Güney Afrika ne de Britanya Krallığı bu evliliğe onay vermiyor. Koskoca devletler, krallıklar aşık bir çifti ayırmak için her şeyi yaparken, Seretse ve Ruth’un bağlılığı Botsvana’yı da dönüştüren bir sürece evriliyor. Kolonyel güçlerin gözü bir yandan da ülkenin çorak topraklarından çıkması muhtemel elmaslarda... Gelecekte Botsvana’yı zengin bir bağımsız ülke haline getirecek olan elmaslarda. Dolayısıyla devletlerin çıkarları, iki insanın aşkından baskın çıkmaya çalışıyor.
Bu gerçek yaşam öyküsü ne güçlü bir malzemeye gebe, değil mi? Gelin görün ki bir biyografik romandan uyarlama olan film, tarihsel süreçte yaşananları arka arkaya sıralamaktan fazla hiçbir şey yapmıyor. Sanki bunu denemiyor bile! Senarist Guy Hibbert’in (ki daha önce Cennette Beş Dakika / Five Minutes of Heaven gibi en azından tutku içeren bir senaryosunu da izlemişiz kendisinin) koskoca 110 dakika boyunca tek bir sahneyi de güçlü, seyirciyi sarsacak bir şekilde kurduğuna rastlayamıyoruz. Yıllara yayılan bir öykünün satırbaşlarını kağıda dökmekle yetinmiş sanki.
Güzelliğin Rengi (Belle) filmiyle hatırı sayılır bir başarı yakalayan yönetmen Amma Asante ise sadece bir zarafetin peşinde gibi... Aşkın Krallığı gerçekten çok şık bir film. Görüntü yönetiminden yapım tasarımına kadar göze çok güzel göründüğünü inkar etmek mümkün değil. Soğuk İngiliz atmosferini, sıcak Afrika coğrafyasını çok güzel resmediyor Assante ve ekibi. Ama hepsi bundan ibaret. Resimlerin şıklığına takılıp kalmış, içiyle hiç uğraşmamış bir reji var ortada. Seretse’nin halkı, pırıl pırıl otantik giysileri içinde, birer kartpostaldan fırlamış gibi. Aşkın Krallığı’ndaki hemen her şey “-mış gibi” yapıyor. Sahici bir duygudan eser yok maalesef.
İki güçlü başrol oyuncusuna yazık oluyor bu arada. David Oyelowo ve Rosamund Pike filme ihtiyacı olan sahiciliği katmak için didiniyorlar. Ama bir tür moda çekiminin içindeler sanki. Ve bu şartlarda onların ellerinden gelen de ister istemez yetersiz kalıyor. Bu tür projelerle Oscar’a koşabileceklerini zanneden yapımcı ve yönetmenlere ne desek boş artık... Benzer niyetlerle yapılmış ve benzer hüsranla neticelenmiş Aşk Uğruna (Suite Française) gibi filmler geliyor aklıma. Orada bile en azından bir tutkunun emaresi vardı diye düşünüyorum. Tutkusuz film, hele aşk filmi, işte böyle tatsız tuzsuz bir şey oluyor...
Twitter: aliercivan