Belçika sinemasının duayen isimleri Luc Dardenne ve Jean-Pierre Dardenne kardeşlerin 69. Cannes Film Festivali’nin yarışmalı bölümünde seyircisiyle buluşan yeni filmleri The Unknown Girl ikilinin sinemasına aşina olanlar adına hafif de olsa bir hayal kırıklığı barındırıyor.
Başrolde Doktor Jenny rolünde karakterinin hakkını veren Adèle Haenel’i seyrettiğimiz yapım, özel bir muayenede yaşanan talihsiz bir olay sonrası doktorun vicdan azabı ve gelgitleri üzerine kurulu bir dram.
Jenny sınırlı tedavi imkanları olan bir küçük bir muayenede stajyer asistanı ile çalışmaktadır. Muayenehane aslında emekliye ayrılmak üzere olan başka bir doktora aittir; Jenny de çok yakında daha büyük bir kliniğe transfer olacaktır. Fakat bir akşam mesailerinin üzerinden 1 saat geçmişken muayenehanenin kapısı çalınır; stajyerine eğitim vermeye çalışan Jenny, kapıyı da açtırmaz. Ertesi gün iki sivil polis muayenehaneye gelir ve bir soruşturma yürüttüklerini söyleyerek kamera kayıtlarını izlerler. Önceki akşam nehir kıyısında bir kadın cesedi bulunmuştur; üzerinden ne kimlik ne de başka bir şey çıkar. Kapıyı çalanın öldürülen bu genç kadın olduğunu öğrendiğinde Jenny’nin vicdanı ile yaptığı yolculuk da başlayacaktır…
Film bütün dramatik örgüsü, yaklaşık bir hafta boyunca kimliği, adı, sanı tespit edilemeyen bu genç kadının - ki kendisi bir Afro-Avrupalı- Jenny’nin vicdanında yer açtığı gedik üzerinden ilerliyor. Jenny, zaten olayı takip eden polislerin önüne geçip çevresinde tanıdığı herkese kızın resmini gösterip, kendi çapında en azından adını öğrenme araştırması yapıyor. Zira kapıyı açmış olsa, kız belki de ölmeyecekti. Kimsesizler mezarlığına öylece gömülmüş olması da beyaz bir Belçikalı olarak ayrıca içini sızlatıyor.
Filmin bir kadın doktor üzerinden kurduğu vicdan muhasebesi, dramatik örgüsünün matematiği, yan karakterlerle ilişkisi elbette sinemasal pratiklere uygun, eli yüzü düzgün bir Dardenne filmi; ama Altın Palmiye için yarışıyor olması ve tantana kopartması bu kadar normal mi? Zira elimizde Oğul, Lorna’nın Sessizliği, Bisikletli Çocuk gibi bir filmografi varken? Pek çok eleştirmenin aksine İki Gün ve Bir Gece’yi unutulmaz filmlerden saymıyorum, zira Türkiye’de beyaz yakalı olmak açısından bize pek de yeni ve evrensel bir şey ifade etmemişti açıkçası.
Peki ne olsa bu cümleleri kurmazdık? Henüz sinema üzerine ‘okurken’ seyrettiğim Lorna’nın Sessizliği beni en çok ötekilerin derdini deşmesiyle etkilemişti. Toplum dışı, çizgi dışı, genel kabul gören dışı olmak ve sessiz kalmak… Kşke The Unknown Girl, o bilinmeyen kızdan yola çıkarak bilinmeyen kızı anlatsaydı da bize, bilinen, bilebileceğimiz beyaz, Belçikalı orta sınıfa mensup doktorun vicdan azabı yerine daha gerçek meselesi olan konularla uğraşsaydık. Dardenne kardeşler basın toplantısında “ Evet, daha kişisel bir vicdan sorgulaması filmi yapmak istedik” dediler. Kişisel hikayeler global bir bakış açısına bürünmediği sürece sanat malzemesi olarak artık maalesef fazla naif ve hafif kalıyor. Ben isterdim ki perdede o Afrika kökenli kızın ve onun yaşadığı mahallenin neden uyuşturucu ve kadın ticareti batığına girdiğini göreyim, o insanların hayatlarına daha fazla nüfuz edeyim, gerçek sıkıntılar göreyim. Aylan bebeğin kıyaya vurduğu bir dünyada, ben sanat sinemasında daha fazlasına açım; hele de Cannes Altın Palmiye yarışmasında…
Sinema gerçek sıkıntı anlattığı sürece bu saatten sonra gerçekten sanat olarak addedilebilir. Öte yandan bu Adèle Haenel’in başarılı bir performans ortaya koyduğu The Unknown Girl’ü kötü bir film yapmaz ama en nihayetinde yetersiz kılar.