Soğuğu iliklerimize kadar hissettiren genel atmosferler kurmalarına karşın, hiçbir zaman ‘soğuk’ hikâyeler anlatmaz İzlanda filmleri. İnsan sıcağını bağrımızın orta yerine yerleştirir, orada korlaşmasını bekler ve yavaş yavaş içimizi eriten bir kıvama ulaşır bu hikâyeler. Küçük dünyaların ‘evrensel’ tonlarına ulaşırlar ve hiçbir zaman yılgınlığa kapılıp ‘insan’dan vazgeçmezler.
Elimizdeki Grímur Hákonarson filmi “İnatçılar” (Hrútar) da bu resimden uzaklaşan bir çalışma değil, aksine daha da yakınlaşıyor, giderek içine girip eriyor. Boğucu yalnızlığımızı kar beyazıyla yıkıyor, arındırıyor kirli karanlıktan. Belki bir başyapıt düzeyine ulaşamıyor, ama hissettirdikleriyle yolumuzu aydınlatmayı başarıyor.
Neden, nasıl diye sormayın, bu filmdeki iki kardeşin 40 yıllık husumetinin köklerine biz de vakıf değiliz zira. Yönetmen-senarist Hákonarson, bunun çok da önemli olmadığını, anlatacağı hikâye içinde küçük bir ayrıntıdan ibaret olduğunu söylüyor. Diyeceksiniz ki, “Şeytan ayrıntıda gizlidir”, ama bu filmin ‘şeytan’la falan işi yok ya da şeytanlaşmayla. İyicil referanslar eşliğinde hayat buluyor, dipsiz kuyulara dalmadan.
“İlgiyi hak ediyor” gibi bir klişeyle yaklaşmak da anlamsız “İnatçılar”a. Koyunlarına tutkuyla bağlı iki kardeşin hikâyesi, böylesi bir kolaycılığı elinin tersiyle itecek bir derinliğe sahip. ‘Ne kadar uzak o kadar yakın’ ilişkilerini ‘koyun’ ortak paydasında buluşturan kardeşler, bu buluşmanın meyvelerini geç de olsa topluyorlar hikâyede. Topladıkları meyveleri seyirciyle paylaşma konusundaysa fazlasıyla cömertler, tatlarına bakmamıza izin veriyorlar en azından.
Sorular sormayı da ihmal etmiyor “İnatçılar”, insanoğluna sorular. “Neden?” diye başlıyor genellikle bunlar, “Nasıl?”dan ziyade. İki kardeş ve koyunları, hayatlarımızın merkezine koyduğumuz ‘her şey’i temsil ediyorlar bir bakıma. Sorular da bu noktada devreye giriyor. Yönetmen Grímur Hákonarson, “Neden?” diye soruyor, “Bu kısacık hayatı cenenneme çevirmek neden, sevdiklerimizin ışığıyla, onların sıcaklığıyla mutlu olabilmek varken?”
Evet, filmin tonunda öyle bir ‘hayat ışığı’ var ki, görmeden geçip gitmek neredeyse imkansız. Olanca basitliğinin içine sığdırdığı tonlarca duyguyla sağlıyor bunu. Her adımda daha da çekiyor bizi aydınlığa, kurduğu dengenin bozulmasına izin vermeden. Belki bir türlü birbirlerine “Seni seviyorum” diyemiyor kardeşler, ama nefretlerinin altındaki halıyı çekiyorlar yavaş yavaş ve ‘bir’ olabilecekleri noktaya doğru emin adımlarla ilerliyorlar.
Var olduklarını hissettirebilmek, kardeşlerin en çok mücadele verdiği şey hikâye içinde. Aralarındaki rekabetin kaynağı da bu. ‘En güzel koyun’ yarışmasını kazanmak, birbirlerine “Oradayım” ya da “Yanındayım” demenin bir yolu belki de. Ağızlarından tek kelime dökülmeden hayata imza atmanın formülü bu. Koyunlara hastalık bulaşıp itlaf edildiklerinde de durum değişmiyor aslında. Gene bir nefret açığa çıkıyor, ama bunun yanılsamadan başka bir şey olmadığını öğrenmemiz gecikmiyor. Aralarındaki kopmuş gibi görünen, ama her an temas edebileceklerini hissettiren ‘bağ’, her ikisinin de omuzlarını birbirine yaklaştıyor.
İstemiyor gibi görünmek, iki kardeşe bir tür ‘üstünlük’ kazandırıyor sanki. Diğerinin beyaz dediğine siyah diyerek bu üstünlüğü sağlayacaklarını düşünüyorlar. Sonucun hiçbir zaman bekledikleri gibi olmaması ise kara kara düşünmeye itiyor onları. Bir ‘araç’ olarak gördükleri koyunların arkasına saklanarak birbirlerinin çemberine giriyorlar. O çembere girdikten sonra bir daha çıkışın olmayacağını öğrendiklerindeyse alabildiğine zorlu bir sınav bekliyor kardeşleri...
Yalınlığıyla bizi cezbeden, bu yalınlığın kilometre taşlarına yaşamsal virajlar yerleştiren, her virajdan sonra karşımıza duvarlar çıkaran, ancak duvarları aşmamız için de bize merdiven sağlayan bir film “İnatçılar”. Bu rota, Grímur Hákonarson’un senaryoyu yazarken gösterdiği özeni de belgeliyor bir bakıma. Sinemacı, bir aşamayı yanlış çizse darmadağın olabilecek rotadan sapmadan filmini nihayetlendirmeyi başarıyor. Ölüm ve yaşam arasında turlayan senaryo, insanı kutsayarak koyuyor son noktayı.
Orada, İzlanda’nın ücra bir köyünde yaşanan mücadele, “İnatçılar”ı hem hikâye anlatımı hem de karakter geliştirme çabasıyla müstesna bir yere oturtmayı başarıyor. Sigurður Sigurjónsson ve Theodór Júlíusson’un adeta birbirlerini tamamlayan performansları da bu resme mükemmelen hizmet ediyor. Hikâye bir miktar küçük kardeş üzerinde yapılansa da onun eksiklerini tamamlamak için ağabeyin özellikleri devreye giriyor ve daha önce de belirttiğimiz ‘bir’ olma durumu sağlanıyor.
‘Rekabetçi’ bir ruhtan beslenen bir tür ters köşe yapma hamlesi de var filmin. Grímur Hákonarson, ortaya koyduğu çok boyutlu atmosferi desteklemek için başvurmuş belli ki bu hamleye. Hikâyenin iç içe geçmiş katmanlarına güzel bir cila atma çabası da denebilir bunun için. Zaman zaman genel atmosferi zedeler gibi görünse de, amaca uygun biçimde enjekte edildiğini hissettiriyor en nihayetinde.
Ustalık kokan bir film “İnatçılar”, her ne kadar yönetmeni ustalaşma aşamasına gelmemişse de. Başlama noktayla bitiş çizgisi arasındaki alanı çok iyi değerlendiriyor ve hiçbir hamlesini reddetmiyor, kol kola yürümelerine izin veriyor. Cannes başta olmak üzere birçok festivali turlayan ve yığınla ödülle taçlandırılan film, kendisine gösterilen ilginin hakkını fazlasıyla veriyor. Yalnızca kardeşlik bağıyla değil, ‘insanlık bağı’yla birleştiriyor halkaları ve ‘sevgi’ ortak paydasıyla duyguları coşturmayı başarıyor.
Markaj altında gibi hissettiriyor bu film, seni belli bir yöne doğru ilerlemeye zorlayan. Ancak bu zorlamanın sonucunda ulaşılan nokta, “İyi ki zorlanmışız!” dedirtiyor. Sizi kulvardan çıkmamanız adına sık sık yemliyor ve yediklerinizi hazmetmeniz için zaman da tanıyor. Bu soluklanma/hazmetme anlarında geriye dönüp bakıyor ve kat ettiğiniz mesafenin ‘insanlık için küçük ama sizin için büyük’ olduğunu fark ediyorsunuz. Algının kapıları açıldığında da hiç tereddüt etmeden balıklama dalıyorsunuz içeri, tam da yönetmen Grímur Hákonarson’un talep ettiği gibi...