SCHİNDLER'İN LİSTESİ'NDEN SONRAKİ EN BÜYÜK SOYKIRIM FİLMİ 10 ÜZERİNDEN 10
Şimdiye dek belki onlarca hatta yüzlerce Yahudi Soykırımı’nı anlatan film izlemiş bir seyirci olarak istemsizce de olsa Saul fia (Saul’un Oğlu, 2015)’nın konusunu okuduğunuzda burun kıvıracağınızı ya da hayıflanacağınızı tahmin etmek zor değil. Fakat şimdiye dek bu konuda izlediğiniz film sayısı kaç olursa olsun 2015 yapımı bu Macar başyapıtına benzer bir filme rastlamadığınızın garantisini verebilirim. Savaş dramasının seyirciler tarafından sokulduğu biçimsel kategoriyi aşan, tarihin en büyük katliamlarından tekiyle boy ölçüşebilen Saul fia, hem konusu hem de tekniğiyle tam bir dahi işi. Şimdiye dek bu konuda çekilen filmler arı kovanını dışarıdan gözetleyen bir kameraya benzer iken Saul fia, bir arının üzerine yerleştirilmiş kamera ile o kovanın içindekileri birincil tekil şahıs gözünden göstermeye benziyor. O kovanın içindeki bütün curcunaya balıklama atlatıp, gözlemci olma konumundan bir adım daha ileri giderek deneyimci yapıyor izleyicisini.
Gaspar Noe’nun Irreversible (Dönüş Yok, 2002) adlı filminden bu yana elde kamera tekniğini en başarılı ve amacına uygun kullanan, ve bu tekniğin yıllar sonra ilk kez beni heyecanlandırabildiği film oldu Saul fia. Üstelik Noe’nun pornocu merakının aksine, oto sansürcü bir üsluba başvurulmasına karşın… Final sahnesi hariç bir an olsun ana karakterin dibinden ayrılmayan kamera pek çok arka plan ayrıntısını odak dışına bırakır. Hemen her şey flu gibidir ve bu esnada kamera da Saul’a ayak uydurarak baş döndürücü bir hızda hareket etmektedir.
Arka planda olan biten korkunç eylemlerin flu kalışı beklenenin aksine daha sarsıcı bir etki yaratır ve film; Saul’un halet-i ruhiyesini bire bir sunarken, olan biten bu insanlık dışı durumun gerçek olamayacak kadar korkunç olduğunu ve sürreal yönünü vurgular. Bir kaos ortamında insanın gerçeklere, etrafındakilere tam anlamıyla odaklanamayışını, zihinsel olarak normal düşünce ve algı sürecinden kopuşunu görsel olarak en ve tek doğru yöntemle anlatmayı başarmıştır yönetmen Laszlo Nemes. Haliyle, bir film karakteriyle duygudaşlık (ve korkudaşlık) kurma pek az filmde eşine rastlanır biçimde kolaydır Nemes’in filminde.
Peki ama Saul’un motivasyonuna ne demeli? Benzer konulu her filmde birincil amaç hayatta kalmak iken, teknikte olduğu gibi yönetmen Nemes, öykü olarak da devrimsel bir olay örgüsüne sadık kalır. Saul’un, gaz odalarından tekinden sağ kurtulan fakat sonra öldürülen bir çocuğun kendi oğlu olduğuna inanması ve kendini onu bir “insan gibi” gömebilmeye adaması üzerine basit ve düz bir kurgu. Saul, öldüğünü çoktan kabullenmiş, hayatta kalma arzusunu yitirmiş, tek isteği oğlu olduğuna inandığı bir ceseti kendi inanışına uygun bir biçimde gömebilmek. Onun bu dileği zamanla varoluş amacına dönüşürken, seyirci tarafından ilk başta yadırganan bu amaç yavaş yavaş daha makul ve belki de orada yapılacak tek doğru iş olarak görülür. Çünkü tanık olduklarımız zaten bir deliliğin ürünüdür. İnsanların böcek gibi öldürüldüğü bir dünyada hayatta kalmayı arzulamak pek de erdemli bir amaç gibi görünmez.
Varoluşu bir devinimler bütünü olarak gören yönetmen, başkarakterin azmini bitmeyen bir enerji olarak sunar. Saul, asla amacından şaşmaz. Etrafındakilerin ne düşündüğünü umursamaz. Çünkü devinimden ibaret olan bir varoluş, tepe aşağı hızla koşan birisinin durduğu anda düşecek olması gibidir. Ayakları üzerinde durabilmek için koşmaya devam etmek gerekir ki Saul’un da tam olarak yaptığı budur. Öte yandan Saul, hayatta kalma bencilliğinin beyhude bir çaba olduğunun da bilincindedir. O sadece “iyi bir iş” yapmış, ruhunu ve var oluşunu boş yere heba etmemiş olarak ölmeyi arzuluyor. Saul’un içtepisi Schopenhauer’un Hayatın Anlamı’nda yaşama iradesini tanımlayışına benzemekte. Yazara göre “Mutlu bir hayat imkansızdır, insanın erişebileceği en iyi en yüksek mertebe bütün insanlığın hayrına olacak bir işte ve bir yolda ezici talihsizliklere, bunaltıcı güçlüklere karşı mücadele eden ve her ne kadar eline sadece önemsiz bir ödül ya da hiçbir şey geçmese de sonunda bundan galip çıkan kimsenin yaşadığı gibi, kahramanca bir hayattır.”
Tam da bu noktada yönetmen ölen çocuğun gerçekten de Saul’un oğlu olup olmadığı konusunda izleyiciyi ikilemde bırakır. Amaç, soru işareti yaratmak değildir burada. Yönetmene göre ölen çocuğun Saul’un gerçekten oğlu olup olmadığının hiçbir önemi yoktur. Esas olan o çocuğun Saul’un varoluş amacına dönüşmesidir. Esas olan kahramanca bir şey yapabilmektir, bir ödül ya da sonuç ummadan. Bırakın yaşamayı, insanca ölmenin bile bir lüks sayıldığı bu cehennemde Saul, muhtemelen o çocuğun gaz odasından canlı çıkmasında bir “umut” ve “direniş” gördü ve bu yüzden kendi hayatını ortaya koydu. Çünkü o ufak çocuk, bu dünyadaki kötülüğe karşı koyarak bir sembole dönüşmüş, bir nevi kurtuluşun habercisi olmuştur Saul’a. Yani “o gaz odasına giren herkes ölecek” yazgısını kırmıştır. Dolayısıyla bu çocuğun Saul’a ne anlam ifade ettiği, gerçekten de kan bağı olan evladı olup olmaması sorusunun çok üzerinde, kutsal bir gerçeklik. Ve yönetmen seyiricisinden bunu görmesini istiyor.
—spoiler—
Saul’un kendince kutsal bir amaca tutunması farklı da bir okumaya açıktır. Çünkü Saul, ölü bir çocuğu inandığı dinin ritüellerine uygun biçimde gömebilmek için başka bir tutsağın ölümüne neden olmakla kalmaz Nazilere karşı organize edilen direniş mücadelesinin de başarısızlıkla sonuçlanmasına birinci elden katkı sağlar. Sonuçta bir ölü yüzünden yaşayanları hayal kırıklığına uğratan Saul’un inatçı tavrı ağır da bir din eleştirisine götürmektedir seyirciyi. Filmin kötümser finali bir adamın saplantılı derecede koyu dini inancı ile organik bir bağa sahipken öykünün din karşıtı söylemini görmezden gelmek hiç kolay değil.
—spoiler—
Saul fia’da değinilmesi gereken bir başka ayrıntı da çaresizce bir çocuğu gömmeye çalışan bir adamın öyküsünün asla mendil ıslatma gayesinde olmaması ve ıslatmaması da. Yine Nazilerden çocuğunu korumaya çalışan bir adamın öyküsünün anlatıldığı La vita è bella (Hayat Güzeldir, 1997) gibi bir örnek varken, Saul fia’nın seyirciyi ağlatmaması bahsedilmeye şayan bir başarı. O yüzden film, aslında bir dramdan ziyade korku türüne daha yakın. Böyle korkunç bir olayı anlatan filmde esas olan zaten korkuyu hissetmek değil midir? Yanlış olan, bu türdeki bir filmde ağlamak olmalıdır. Çünkü ağlamak, hüzün duymak aslında filme yabancı olduğunuzu, filmle aranızda mesafe olduğunu gösterir. Saul fia’da ise bizzat hikayenin merkezinde kaldığınız için korku ve endişe gibi hislerden üzülmeye vakit dahi bulamıyorsunuz.