Umutsuzluğun sıradışı destanı…
Yazar: Alper Turgut“Saul’un Oğlu” (Saul fia), şimdilik Altın Küre dâhil, tam 38 ödül topladı, en iyi yabancı film dalında da Oscar’ın en büyük favorisi, kuşkusuz. Bir ilk film için, ne yüksek bir çıta, sinema yolculuğu için ne güzel bir başlangıç. Haliyle, bu gerçekten büyük bir başarı ve karşılığını alması, hiç şaşırtıcı değil! Ne diyelim, darısı bizim başımıza, sinema adına yola çıkacak olanlarımıza.
Macar yönetmen László Nemes, tarih, uluslararası ilişkiler, rejisörlük ve metin yazarlığı eğitimlerini, Paris ve New York’ta almış, ancak en büyük şansı, bir büyük ustanın, Bela Tarr’ın öğrencisi olmak. Haliyle, insan çok erken olgunlaşır. Filmi, neredeyse suratında ve sırt açısında seyrettiğimiz, ağır bir yükü, müthiş taşıyan, başrol oyuncusu Géza Röhrig ise, aynı zamanda şair ve yazar, bunca sert, acı ve dehşetengiz bir öykünün karakterine can verme işinden, ancak incelik ve hissedebilmek ile çıkılabilirdi zaten… Meşhur Adorno; “Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarcadır” demiş olabilir, ancak şunu unutmuş, şiirden uzak insanlar, makineleşmiş, robotlaşmış olanlar, böylesi bir vahşet tablosunu yaratabilir. Ve belki de sadece bir şair, insanlık suçunun kabuk bağlamayan yarasının, tanımsız hüznünü yansıtabilir, peliküle, böyle ustaca yerleşebilir, en zor koşullarda bile dayanma güce veren mısralar gibi…
Toplama, çalışma ve imha kamplarına dair, bugüne dek kaç film çekilmiştir, inanın saymadım, o denli çok ki ve her sene, şaşmaz ve vazgeçmez bir görev bilinciyle, yeni projeler üretiliyor, bıkmadan, usanmadan… Nazileri karikatürize edenleri mi ararsınız, “Hayat Güzeldir” gibi kara mizahla beslenenleri mi ararsınız, “Schindler'in Listesi” gibi görece daha yumuşak bir geçiş yapanı, hazmı kolay olanı seçeni mi ararsınız, her türlüsü, soykırım filmleri listemizde mevcut. Ama Saul’un Oğlu, tokat gibi çarpan, ağdaya kaçmayan, kör göze parmak sokmayan, fondaki tarifsiz şiddeti buğulayan, tepkisiz, ifadesiz ve ölmeyi artık umursamayan bir adamı, kamerasıyla kovalayan, bildik estetiği ve ezberi bozmaya dayanan bir film. Gücünü gösterdiğinden değil, göstermediğinden alıyor, düşün diyor, anla, kavra, sorgula, sonra yargıla.
Sovyet sinemasının doruğu olduğuna inandığım “Gel ve Gör” (Idi i smotri – 1985) filminden sonra, 2. Dünya Savaşı’na dair, seyrettiğim en zorlu, en çarpan, en akılda kalan yapıt oldu, Saul’un Oğlu, hani yıllar sonra, bana sorduklarında, imha kampına dair bir film söyle dediklerinde, kuşkusuz, adını hatırlayacağım.
Bir tren yolu, Polonya’nın batısındaki kurulmuş en büyük kampa, Auschwitz-Birkenau’ya ulaşır ve trenler, içinde yok edilmeyi bekleyen insanları taşır. Kapıda “Arbeit macht frei” (Çalışmak, insanı özgürleştirir) yazısı karşılar, korku ve panik içindeki kalabalığı, gaz odalarına gideceklerini bilmiyorlardır, yemek yiyeceklerini, çalışacaklarını, para kazanacaklarını sanmaları için, sakinleşmeleri ve söz dinlemeleri için, kendi insanları, yani Sonderkomandolar (20 tanesi hala hayatta imiş, tüm dünyada) şu anda devreye girer. Köleleşmiş, ölüm fabrikasının, canlı ekipmanına dönüşmüş, ruhunu yitirmiş bu insanlar, halkını inandırır, kandırır, can vermelerini kolaylaştırırlar. İşte bu ‘Kapo’lar, yemek, yatacak yer ve içki karşılığında, gaz odasından, fırınlara, ceset taşımaktan, ölü bedenlerin altın dişlerini ve saçlarını almaya, kömür atmaktan, külleri savurmaya, her pis, kirli ve vicdansız işi yaparlar. Lakin sonları kurtuluş ve yaşamak değildir, 70 gün sonra, aynı akıbet, onları da bekler. İşte yaklaşık iki buçuk ay daha fazla yaşamak (yaşamak denirse şayet buna) için, insan yangınında nefes alabilmek için, hayata tutunmaya çabalayan insanlardan biridir Saul Ausländer… Bir gün lanet Zyklon B püskürtülen gaz odasından, mucize gibi sağ çıkabilmiş, ama bir Nazi doktor tarafından boğazlanmış bir çocuğun, otopsiye gitmesine ve yakılmasına mani olma kararı alır. Cehennemde, insan değil, salt istatistik olan, uğurlu rakam dünyasında, uğursuz bir sayı olan, kendine yeniden anlam ve misyon yüklemeyi dener, oğlu olduğuna inanır mı, oğlu mudur veya öyle olmasını mı ummuştur, bilemem. Çitlerin, çelik tellerin ve elektriğin içerisinde, modern dünyanın, en zalim projelerinden biriyle tanışanlar için, artık gerçeklik algısının önemi de pek yoktur, tutunacak dal bulamayan, en nihayetinde kutsallık arar. Tüm tehditlere ve büyük risklere rağmen, onu, Yahudi geleneklerine göre gömmek ister ve zulüm kampında, haham aramaya koyulur.
İmha kampından kaçmaya çalışan kapolar, Saul’e de görev verirler, çocukla birlikte, günahlarını da gömmek derdindedir belki, arınma niyetindedir, insan kalan son parçasını, kurtarma çabasındadır kim bilir? Ölmeyi çoktan göze almıştır, orası kesin! Ona, “Yaşayanları hayal kırıklığına uğrattın” diye sitem eder diğerleri, Saul; “Biz yaşıyor muyuz ki?” der. Evet, bir başka kampta, Buchenwald Toplama Kampı’nda, “Jedem das Seine” (Herkes, hak ettiğini bulur!) yazar, Naziler için şan, şöhret, para, adalet, hak, hukuk, üstün ırk safsatasıdır bu söz, Yahudiler, Çingeneler, komünistler, eşcinseller, engelliler için de korkunç ölümdür bu, dalga geçmektir, insan onuruyla, alay etmektir, herkesin hakkı olan hayatla. Finale doğru hafif savrulsa da bu umutsuzluğun destanı, duygusallıkla değil, gerçeklerle derdi olan, tempoyu ve gerilimi hep taşıyan, konsantrasyonu zorlayan, kusurlarıyla sarsan, yenilikçi bir yapıt ve bırakın haftayı, tartışmasız yılın en iyi filmlerinden. Unutmadan, bu filmi seyretmeye, salt gözler yetmez, hayal gücü de gerekir.