Hesabım
    Güneş Tepedeyken
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Güneş Tepedeyken

    Savaşın parçaladığı hayatlar üzerine...

    Yazar: Murat Özer

    Makedon sinemacı Milcho Manchevski’nin 1994 tarihli başyapıtı “Yağmurdan Önce”yi (Before the Rain) hatırlarsınız; filmi hatırlamıyorsanız bile Anastasia’nın müzik çalışmasını kesin hatırlarsınız, bir zamanlar Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde duymamış olmanız imkansız! Konuyu dağıtmayalım, işte o “Yağmurdan Önce”, Yugoslavya İç Savaşı’nın olanca sıcaklığını koruduğu bir dönemde çekilmiş ve bir grup insanın ‘çatışma’yla harap olan yaşamlarını tüm yakıcılığıyla karşımıza getirmişti. Müthiş bir filmdi gerçekten de, henüz bazı şeyler yaşanmadan yapılmış bir ‘uyarı’ niteliğindeydi.

    Hırvat sinemacı Dalibor Matanic’in taze filmi “Güneş Tepedeyken (Zvizdan)” , ister istemez “Yağmurdan Önce”yi hatırlattı bize. Senarist-yönetmen, 1991-2011 yılları arasında Yugoslavya topraklarındaki ‘gelişim’i gözler önüne sermek için ‘ilginç’ bir yöntem uyguluyor burada. 1991, 2001 ve 2011’de geçen üç aşk hikâyesiyle büyük resme bakabilmemizin önünü açıyor. Ve üç hikâyede de aynı oyuncuları aynı mekanlarda kullanarak, ok yaydan çıktıktan sonra ‘değişim/dönüşüm’ denen şeyin ne denli zor, kimi zaman imkansız olduğunu vurguluyor.

    1991’deki hikâyede, meselenin başlangıcına gözünü dikiyor film. Düşman köylerden iki âşığın trajik hikâyesi, bir tür “Romeo ve Juliet” atmosferi sunuyor bize. Birbirlerine tahammülü kalmayan komşuların kıyıcılığını iyice netleştiriyor, bu kavga ortamında yeşermeye çalışan aşkın da yerle yeksan olmasını izlettiriyor.

    2001’e geldiğimizde ise, geçen yıllar içinde yaşananların hem fiziksel hem de ruhsal etkilerini izliyoruz. Annesiyle baba evine dönen genç bir kadınla, evi onarmak için gelen ‘düşman’ işçi arasındaki elektrik var başrolde. Her ikisinin de ‘kanlı’ geçmişle örselendiğini, özellikle genç kadının had safhada bir ‘güvensizlik’ yaşadığını görüyoruz. Tıpkı harap olmuş ev gibi, bir şeyleri onarmanın zaman alacağını ve bunun pek de kolay olmayacağını hissettiriyor bu bölüm.

    Ve en nihayetinde 2011’e geliyoruz, yani neredeyse günümüze. Bir vesileyle baba evine dönen genç bir adam, orada kalan ‘düşman aşkı’nı ziyaret ediyor ve pişmanlığını gizlemeden af diliyor. Çiftin bir de bebekleri olduğunu öğreniyoruz, ki önyargıdan ziyade ‘yargılar’ın ayırdığı bu iki insanın zorluklara göğüs gerip birlikte hayata devam edebileceklerini hissediyoruz.

    20 yıllık bir zaman diliminde nelerin değişip nelerin değişemeyeceğini gösteren bir film “Güneş Tepedeyken”. Tutkuyla yaşanan aşkların bile direnemedikleri bir ‘düşmanlık’ın anatomisini çiziyor bu çalışma. Evet, bunu söylemek için aşkı kullanıyor, ama aşkın yerine başka kavramlar da konularak aynı sonuç alınabilirdi. Bunu net biçimde anlıyorsunuz filmin yol haritasından. Temel mesele aşk değil çünkü; ‘bir’ olmak, ‘birlikte’ olmak için var olması gereken iklimin bir türlü kendini gösteremediği bir coğrafyanın laneti aslında mesele. İnsanoğlunun ‘barış’ kavramını hiçbir zaman içselleştiremediği, ‘karanlık taraf’ın hep bir adım önde olduğu yeryüzünde Yugoslavya’nın da bundan bağımsız bir sonuçla yüzleşmesi beklenemezdi tabii.

    Her şeye rağmen bünyesinde bir ‘umut’ barındırıyor “Güneş Tepedeyken”. Tihana Lazovic ve Goran Markovic’in bedenlerinde hayat bulan altı âşığın serüveni, asıl tehlikeyi bir ülkenin bölünmesinden ziyade orada yaşayan insanların düşmanlaşıp ayrışmasında görüyor ve bunun da onarılması zor bir tahribata yol açacağını söylüyor. Evet, bunun çok zor olacağını, meşakkatli bir süreç gerektirdiğini işaret ediyor, ama her şeye rağmen ‘insan’a güveniyor ve ‘barış’ için çabalayanlara saygılarını sunuyor bu film. Kuşaklar geçse de barışın bir şekilde insanın özünde karşılığını bulacağını gösteriyor bize.

    Tepedekilerin savaşına ister istemez ortak oluyoruz, ama buna son vermek de bizim elimizde. Yoksa filler tepişirken ezilip un ufak olmak ve giderek hiçleşmekten başka bir sonucu yok bu ötekileştirmenin...

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top