Cesaretin var mı oynamaya?
Yazar: Duygu KocabaylıoğluGeçtiğimiz hafta ülkemizde vizyona giren Viral’in hemen ardından Ariel Schulman ve Henry Joost ikilisinin bir sonraki filmi olan Oyun/Nerve, sinema salonlarını gerilim dozajlı romantizm türü ile donatıyor.
Aslında aşinası olduğumuz, hatta yakın zamanda patlayan Pokemon çılgınlığı ile bir nevi içerisinde olduğumuz sanal gerçeklik olgusunu çekirdeğine yerleştiren film, Michael Douglas’ın 1997 tarihli ve bu türün efsane filmi Oyun’dan başlayarak kurgu içinde kurgu kuran tüm senaryolara selam yolluyor.
Baş karakterimiz Venus –kısaca Vee- ‘en iyi dostu’ olan Sydney’in kısmen gazına gelerek ama kısmen de kendisini ona ispatlama dürtüsüyle, başta yadırgadığı “Nerve” oyununa dahil olur; hem de oyuncu olarak! Zira Nerve oyunu içerisinde sadece gözlemci kalmak da mümkünken, Vee yapabileceklerinin sınırını görmek ister; bir anlamda da istediği zaman durabileceğine inanmaktadır. ‘Bir tık’ özgüven ile başladığı oyunda etap etap, görev görev ilerledikçe kendisini ve oyuna karşı olan arzusunu durdurmadığını fark etmeyecektir bile! Zira oyunda yerine getirilen her yeni görev aynı zamanda katlanarak artan banka hesabı demektir.
Jeanne Ryan’ın romanından Jessica Sharzer’ın senaryolaştırdığı hikaye çıkış noktasına sadık kalarak, sadece karakterleriyle değil, hem oyunun gözlemcileriyle hem de biz seyircilerle de oynamayı hedefliyor. Gözlemciler iştahı kabarık oyuncuları kendi koydukları kurallar ve dayattıkları görevlerle zorladıkça, insan doğasının en belirgin unsuru olan açgözlülük de katlanarak artıyor. Pek çok gözlemciye göre oyuncuların görev esansında ölmesinin bir sakıncası yok, zaten 1991’de Körfez Savaşı’ndan bu yana dünya olarak canlı yayında ölümü seyreyliyoruz. Ayrıca ben gözlemciyim, bana ne, oyuncu olmasaymış… Özellikle finale doğru gözlemci karakterlerde tavan yapan bu tavır, filmin salt bir cesaret aksiyonundan ibaret olmadığını vurguluyor. Hali hazırdaki hacker ekibi zaten senaryonun ve yönetmenlerin eleştirel tavrını temsil ediyor bence.
Filmin oyunculuklarında ise başrollerde seyrettiğimiz Emma Roberts ve Dave Franco kendilerinden beklenen performansın üstüne çıkıyorlar. Oyun’u seyrettiren başlı başına Vee’nin kararlılığı ve karakter değişimi. Doğru mu yalan mı söylediğini uzun süre kestiremediğimiz Ian karakterini canlandıran Dave Franco ile aralarında gerçekçi bir çift elektriği olmuş. Yarın öbür gün “setten gerçek hayata taşınan çiftler” kategorisine terfi edebilirler!
Düşmeyen temposuna rağmen romantizmi araya yedirebilmesi, seyirciyi ‘tabir-i caizse gaza getiren’ yerinde müzik kullanımıyla tek bir gecede geçen film, anlatmak istediğini 97 dakikaya ‘sığıştırmayı’ başarıyor. Vee dahil hiçbir karakterden derinlikli analiz beklemeden seyredilmesi gereken yapım, bu noktada türün meraklısı sinefillerde hayal kırıklığı yaratabilir.
Velhasıl hikayesiyle 90’lardan bugüne birçok yapımı anımsatan; ancak detayları, özellikle mobil internetin benliklerimizde kapladığı devasa alanı işleyerek edindiği orijinalliği ve yüksek temposuyla izleyiciyi kendine bağlayan Oyun, özellikle elinde ipad ve akıllı telefonla doğan gençlerin seyretmesi ve feyz (face değil) alması gereken bir yapım. Doğruluk-Cesaret’i şişe çevirerek oynadığımız günlerin hatırasına, sinemalarda…